12 Eylül darbesini yapan, hayatta kalmış iki generalin yargılanması sürmektedir. 90 yaşını geçmiş olan bu insanların, yaşlı ve hasta oldukları için mahkeme karşısına çıkmaları zor görünüyor. Hayatım boyunca, insan hak ve hürriyetlerine, Laik, Demokratik Cumhuriyet Rejimine inanmış ve iktidarların serbest seçimler ve halkın oyları ile yani sandık yolu ile değişmesini savunmuş gelmiş, birisi olarak, Demokratik rejime sekte vuracak hareketlere sahip çıkmam mümkün değildir.
Tüm noksanlarına rağmen, demokratik rejim belki de kötülerin en iyisidir. Ancak, 12 Eylül öncesi, bu ülkede yaşayan bir fert olarak, o günleri gayet iyi hatırlıyorum. Günde ortalama 20-25 kişi öldürülüyor, profesörler, generaller vuruluyor, şehirler birbirine düşman haline gelmiş, çatışmalar, anarşi ve terör artık günün normal olayları haline gelmişti. Dahası var... Bu ülkenin Başbakanı Sn. Nihat Erim, evinin önünde öldürülmüştü. Sendika başkanları ve birçok masum vatandaş, konsoloslar hayatlarını kaybetmişlerdi. Anneler ve babalar, üniversiteye, okullara gönderdikleri çocuklarının eve akşam sağ salim döneceğinden endişeliydiler. Hürriyet Gazetesi yazarlarından Sn. Taha Akyol, bu konuda 07.04.2012 tarih ve 26. Sayfa şunları yazmış, aynen alıyorum:

TEK SUÇLU 12 EYLÜL MÜ?
“Bugünkü konum kitap okuma değil, 12 Eylül’ün yargılanması... Okuma örneğinden konuya girmemin sebebi, toplumda gerçekten büyük tahribat yapmış olan 12 Eylül’ü bütün kötülüklerin anası gibi görmenin yanlışlığını ortaya koymak”.
12 Eylül, toplumda “istenmeyen” yapılanmaların “kökünü kazımak” için ülkeyi büyük bir hapishaneye çevirmişti değil mi? Peki, 12 Eylül öncesindeki silahlı eylemlerde 5 bin kişi öldürülmemiş miydi? Her bir taraf, öbür tarafın “kökünü kazımak” için yapmamış mıydı bu cinayetleri?! O zamanki sloganları, yayınları, silahı, bombayı yücelten bildirileri burada sayıp dökmeyeceğim. Efendim, onlar “derin devlet”in provokasyonlarıydı! Peki, sorun bakalım, ülkücüler ve devrimciler “derin devlet”in  oyuncağı olduklarını kabul ederler mi?! Elbette etmezler. Çatışmacı ve otoriter siyasi kültürümüzün yarattığı “kökünü kazıma” tutkusu yakın tarihimiz siyasi krizlere sürüklemiş, hata kana bulamıştır! Gencecik  insanlar bu zehirli “tutkuyla” birbirini öldürürken koca koca politikacılar ülkeye bir Cumhurbaşkanı seçebilmiş miydi? Bir masa etrafına oturabilmiş miydi? Aynı şiddet ve çatışma kültürünün, silahlı, tanklı ve silahsız versiyonları! “Devlet” suçluydu da “örgütler” masum muydu?!
Şöyle devam ediyor Sn. Akyol:
“12 Eylül darbesinin geçici 15. Maddedeki dokunulmazlık sebebiyle zamanaşımına uğramadığını ve yargılanabileceğini ilk yazanlardan biri benim. Yargılamayı destekliyorum. Ama 12 Eylül’ü mikroskop altına yatırırken, toplumsal ve siyasi hastalıklarımızı göz ardı etmeyi yanlış buluyorum. Refik Halit Karay’ın Meşrutiyet dönemindeki azgın siyasi kavgaları ve silahlı eylemleri anlatan satırlarından bu yana, yakamızı bırakmayan bu siyasi ve toplumsal hastalığımızla yüzleşmemiz 12 Eylül’ü yargılamak kadar mühimdir, unutmayalım”.
12 Eylül’ü yargılarken, rahmetli Başbakan Sn. Adnan Menderes’in Yassıada mahkemelerinde sarfettiği şu cümlesi aklıma geliyor: “Sn. Reis Beyefendi, hadiseleri kendi şartları ve akışları içinde değerlendirmek lazımdır”.
Ne olursa olsun, 13 Eylül 1980 sabahı akan kan durmuş, ülke üzerindeki endişeler bir nebze durulmuştur. 12 Eylül 1980’den sonra, özellikle 1983-1991 ANAP İktidarı ve Özal sayesinde Türkiye emsali görülmemiş bir kalkınma ve değişim sürecine girmiş, “çağ atlayan bir ülke” olmuştur.  Bizim, ANAP olarak ortaya koyduğumuz vizyon, değişim ve icraat, bugün dahi yakalanabilmiş değildir. Birçok çevrenin bugün şikayet etmesine rağmen, Sn. Prof. Dr. Orhan Aldıkaçtı ve Sn. Prof. Dr. Şener Akyol’un liderliğinde, iyi kötü bir Anayasa yapılmış ve halkın %92 çoğunluğu ile kabul edilmiştir.
Şüphesiz, Anayasalar değişmez dökümanlar değildir. Daha iyisi yapıldığı takdirde, değişmelidir. Şimdilerde, TBMM Başkanı Sn. Cemil Çiçek’in başkanlığında, yeni bir Anayasa yapmak için iyi niyetli çabalar sarfedilmektedir. Tekrar ediyorum, eğer Anayasalar daha iyi olacaksa, ülkemizi medeniyete, çağdaşlığa ve muasır ülkeler seviyesine çıkaracaksa, değiştirilmelidir. Türkiye’yi geriye götürecek, karanlık bir ortam kuracak ve belli partilerin kendilerine özgü, yanlış görüş ve politikalarına cevaz verecek Anayasa değişikliklerinden, fazla bir hayır beklemek gerçekçi olmayacaktır...