Avrupa Konseyi Parlamenteri olarak Türk Delegasyonunda görev yaparken, bize hep Avrupa Konseyi’nin temel ve değişmez prensiplerini hatırlatırlardı. Bunlar insan hak ve hürriyetleri, demokratik, laik parlamenter sistem ve parlamentoların üstünlüğü prensipleridir. Türkiye, Avrupa Konseyi’nin kurucu üyelerinden birisidir. Yukarıdaki prensiplere söz verdiği için, konseye kabul edilerek, kurucu olabilmiştir. Nitekim askeri darbeler sonucu, demokratik rejim sekteye uğrayınca, Türikye’nin konsey üyeliği tekrar demokratik şartlar geri dönünceye kadar, askıya alınmıştı. Çağdaş demokrasilerde, parlamento (Meclis) rejimin esası ve mabedidir. Halkın seçtiği milletvekillerinden oluşan meclis, halktan aldığı yetkiyi hiçbir odak ve güç ile paylaşmaz. Meclis ve Milletvekilleri, sadece ve sadece kendilerini oraya gönderen halka karşı sorumludurlar. Çağdaş demokratik rejimlerde, kuvvetler ayrımı ilkesi, yurttaşların refah, huzur ve esenliği için, hak ve özgürlüklerinin ve adaletin güvence altına alınması için, yürütme, yargı, yasama arasında bir nevi iş bölümüdür. Ancak asla unutulmamalıdır ki, asıl güç parlamentoda (TBMM)’dır. Eğer gerekli görürse ve milletin menfaatlerine uygunsa, parlamentolar, Anayasaları, yasaları, mevzuatı değiştirir, tadil eder, yeniler veya tamamen ortadan kaldırabilir. Bu yapılan işlem doğrultusunda yargının ve yürütmenin sorumluluk ve görevi, bunları aynen uygulamaktır. Diğer bir deyişle, o erklerin, yetki ve görevleri, yasaların öngördüğü kanunları uygulamaktan geçer. Şimdi buraya kadar ifade ettiklerimiz, çağdaş ve ileri batı demokrasilerindeki tatbikatlardır. Bu sistemin, en iyi uygulandığı ülke, benim de eğitim gördüğüm İngiltere’dir. Onun için İngiltere’ye demokrasinin beşiği derler. Hadiseye bu açıdan bakarsak, bir bakıma 12 Eylül 2010 tarihinde yapılan referandumu halkın kararıdır diyerek, başımın tacı yapmak doğrudur. Ancak, demokratik rejimin en ileri biçimi ile uygulandığı batı demokrasilerinde iktidarlar, hiçbir zaman ülkeyi karanlığa ve geriye götürecek, kafalarında toplum için öngördükleri tasvip edilmeyecek ve asla kabul edilmeyecek modelleri ve amaçları gerçekleştirmeye yönelik tertip ve hareketlere yönelmezler. Bunu yaptıkları takdirde, ilk olarak karşılarına meclis çıkar. Zira ülkeyi yönetenlerin, hükümetlerin, iktidardaki siyasi partilerin gaye ve düşünceleri ve uygulamaları her zaman doğru ve ülke menfaatlerine katkıda bulunacak şekilde olmayabilir. İşte bu noktada parlamentolar, iktidara dur derler. Bana göre 12 Eylül’de yapılan bu referandum, yersiz ve zamansız olmuştur. Ben milletvekiliyken, 1995 yılında Anayasanın 14 maddesini değiştirmiştik. Ancak bu değişikliğe, meclisteki tüm partiler ikna edilerek, uzlaşma sağlanmıştı. O dönemde, Anayasa değişikliğini getiren iktidardaki koalisyon hükümetlerinin, ülkemizin temel değerlerini ve Anayasanın değişemez maddelerini tadil etmek gibi bir düşüncesi yoktu. Yine o zaman ki iktidar, işine gelmeyen odakları teker teker bertaraf etmek gibi bir niyet içinde değildi. Biz, iktidarın ülkeyi geriye götürecek ve kendi gizli gündem maddelerini tatbikata sokacak gibi bir niyeti olduğundan şüphe duymamıştık. O zaman iktidarı ile Ana muhalefeti ile mecliste yer alan partilerin, asıl hedefleri, “acaba bu ülkeye hangimiz daha fazla refah ve mutluluk getirebiliriz mücadelesi” idi. O zaman TBMM’de bulunan gerek koalisyon hükümeti, gerekse Ana Muhalefet Partisi (ANAP), laik, demokratik Cumhuriyete, Atatürk İlke ve İnkılaplarına sımsıkı bağlı, art düşünceler ve tehlikeli yaklaşımlar içinde değillerdi. Şimdiki AKP’nin nüvesi olan, cılız ve ekstrem gruplar, o zaman ki mecliste de vardı. Ancak onları ciddiye alan yoktu! Bu referandum sonuçları üzerinde konuşulacak pek çok husus vardır. Bunları önümüzdeki zaman süreci içinde ele alacağım. Ancak hemen yapmamız gereken bir tespit şudur: Toplum ne yazık ki üçe bölünmüştür. Bir tarafta laik parlamenter Cumhuriyete, Atatürk İlke ve İnkılaplarına bağlı, çağdaş ve medeniyetçi kesim, diğer tarafta gizli gündemi olduğundan endişe edilen ve toplumun temel değerlerini değiştirme ve kendi kafalarına göre tutucu ve özgürlüklerden nasibini almamış coğrafyaya özenen, Türkiye’yi bunlara benzetmeye çalışan bir grup, öte yandan Türkiye’yi ve Aziz Vatan topraklarını bölerek, parçalayarak, etnik kimliğe dayalı ayrı bir devlet kurmak isteyen kitleler. Ne yazık ki, bu sonuncu gruba meyil etmeyen, devletine, vatanına, milletine, ordusuna bağlı sade ve masum vatandaşlar, o bölgenin partisinin ve terör örgütünün tehditlerine boyun eğerek, çoluğunu çocuğunu, canını malını düşünerek, referandumu zorunlu olarak boykot etmişlerdir. Bu referandumu değerlendirirken, değişen Anayasa maddelerinin ayrıntılı bir değerlendirmesine, şu aşamada girmek istemiyorum. Ancak bilhassa referandum kampanyasında iktidar, 12 Eylül 1980 askeri rejimine büyük ölçüde yüklenmiştir. Birçok vatandaşımız ve aileler gibi, ben de gayet iyi hatırlıyorum. 12 Eylül 1980 öncesi insanlara sokaklara çıkamaz, can ve mal emniyetinden yoksun durumdaydılar. Günde ortalama 15-20 vatandaşımız hayatını kaybediyordu ve bu çatışmalar bir türlü önlenemiyordu. O, sağ-sol kavgalarında birçok aile evladını, kocasını, yakınını kaybetti. Çektikleri ızdırabı, bir de onlara sormak gerekir. İnsanlarımız, profesörlerimiz, generallerimiz, gençlerimiz, amacı doğru dürüst tayin edilmeyen ideolojiler sonucu öldürüldüler. 12 Eylül 1980 sabahı çıkan gazetelere bakarsanız, ordunun kardeş kavgasını önlediği için büyük övgü aldığını görürsünüz. Altını çizerek ifade ediyorum ki, demokratik rejim, tüm rejimlerin en iyisidir. Ama Türkiye’de yaşanmış olayları inkar etmekte mümkün değildir. Bu referandumu ne %58 olarak iktidar kendi hanesine, ne de %42 olarak başta CHP olmak üzere diğer partiler, kendi cephelerine yazmamalıdır. Yapılan bu referandum sonucu değişen maddelerin topluma, hatta açıkça ifade ediyorum Anayasa Mahkemesine ve Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurumu’na ilişkin maddeler olsa bile, iktidara sağlayacağı fazla bir yarar olmayacaktır. Zaman içinde bu görülecektir. Referandum sonucu, Anayasanın bazı maddeleri değişmiştir. Şimdi bu maddeleri, iktidarın ne şekilde tatbikata koyacağını beklemekteyiz...