Koşturuyoruz, delicesine.... dur durak beklemeden, hep bir sonraki adımımızın derdinde hayatı nasıl yaşadığımızı bilemeden. Gün oluyor, sabah başlayan curcuna günlük hayatın vazgeçilmez gereklerini yerine getirmeden öteye gidemeden bitiveriyor. Bir de bakıyoruz ki akşam olmuş bile. O da ne? Daha yapacak yığınla işimiz var, keşke birkaç saatimiz daha olsaydı. İnanın 24 saate sığdıramadıklarımızı ilave olarak istediğimiz o birkaç saate de sığdıramazdık. Bu döngü böyle sürüp gider, hayat bir anlamda monotonlaşmaya başlar. Her gün hep aynı şeyleri yaptığımızın farkına varırız nasılsa. Sabah aynı saatte kalkıp hazırlanmalar, işe, okula, atölyeye koşuşturmalar yada evdeki günlük yaşam. Akşam olunca yine aynı çılgın tempo. Bir gün, yeni bir gün daha. Mutlu olup olmadığımızı, gerçek isteklerimizi bir an bile düşünmeksizin kendimizi kaptırdığımız aynı rutin tablo. Durun bir dakika ve durup düşünün...Ne yapıyorum, neredeyim, bu koşuşturmacanın içinde mutlu muyum, sevdiklerime yeterince vakit ayırabiliyor muyum, ya kendi isteklerim? Hobilerim, yıllardan beri yapmak isteyip de yapamadıklarım? Suç kim de? Suç bu kısır döngü içinde insanın kendini kaybedercesine çalışmaya kaptırması mı? Yoksa içinde bulunduğumuz şartlar ve var olma savaşı mı?Aslında yanıtını vermek zor, ama bir gerçek var ki o da küçük yaşlardan itibaren ilk-okul, lise, üniversite iş hayatı, evlilik, çocuk....derken durup dinlenmeksizin kendimizi bir engelli koşuda buluveriyor olmamız. Yüksek performans gösterip engelleri birer birer aştığımız sürece kendi kendimize verdiğimiz itici güçle daha çok, daha çok diyoruz. Peki ama nereye kadar? Önümüze aşamadığımız ilk engel çıkana değin bu soruyu kendimize sormuyoruz bile. Çoğumuz büyük şehirlerdeyiz, ama o şehrin tadını yeterince çıkarabiliyor muyuz dersiniz? Sinema, tiyatro, müzikholler, sergiler, açılışlar, davetler, toplantılar... Hangisine, ne sıklıkta katılabiliyoruz ki? Yaşamak için, toplumda var olmak ve sorumluluklarımızı yerine getirmek için deliler gibi çaba gösteriyoruz. Bu arada yıllar bir su misali akıp gidiyor, farkına bile varamıyoruz. Zamanı çok çabuk tükettiğimizi en iyi çocuklarımızın büyümelerinden anlıyoruz belkide. Ama bu arada geçip giden yıllarla, eşimizi, sevdiklerimizi ne kadar ihmal ettiğimizi, evimize ve kendimize yeterince vakit ayıramadığımızı, hatta çocuklarımızın sevilesi en tatlı yaşlarını göremeden büyüttüğümüzü fark edemiyoruz. Halbuki aşık olarak evlendiğimiz insanla bir ömür geçirip, her şeyden çok sevdiğimiz çocuklarımızı boyumuza getirmişiz. Ne mutlu bize! Ama hayatın keyfini yeterince çıkarabildik mi bu arada, bu yoğun tempoda. Yoksa ne olup bittiğini anlayamadan yıllar 20, 30, 40, 50, 60 derken geçip gitti mi? Aynaya en son ne zaman baktınız, kendinizi gerçekten görmek ve yüzleşmek için. Hayır aynalar yalan söylemiyor. Saçlarınızdaki aklar, yüzünüzdeki kırışıklıklar sizin, ama unutmayın hangi yaşta olursanız olun, o yaş en güzel yaştır ve doyasıya yaşanmalıdır. Bugünkü aklımızla, düşüncemizle ve kafa yapımızla bir 10 yıl öncesine dönmek... Hangimiz istemez ki? Ne de keyifli olurdu böylesi, ama olanaksız. O halde hayatı yaşarken yaşayalım. Yaşarken değerini, anlamını vermeye çalışalım. Her anın, her dakikanın keyfini çıkaralım. Çünkü insan dünyaya bir kez gelir ve önündeki sadece bir sahnelik perdedir. Ne bir fazla, ne de az, sadece tek bir sahne...Ne o siz hala koşuyor musunuz? Başarılı İnsanların 10 Büyük Gizi... Günlük yaşamlarında doğru karar verirler, gereksiz ve ilgisiz ayrıntılarla, düşüncelerle uğraşmayarak olayların özüne inebilirler. Çalıştıkları alanla ilgili olarak en az bir konuda uzman bilgisine sahiptirler. Bu bilgiye sahip olmanın yolunun ömür boyu öğrenmekten geçtiğini bilirler, yenilikleri sürekli izlerler. Verimli çalışma alışkanlığına sahiptirler ve planlı çalışırlar. Mizah duyguları gelişmiştir. Kendilerine gülmesini bilerek, hatalarının sorumluluğunu üstlenebildiklerini gösterirler. . Çevrelerinin güvenini kazanarak, onların bu güvenlerini kötüye kullanmayacaklarını, her zaman onların çıkarlarını gözeteceklerini duyumsatırlar. . Her zaman temiz, iş ortamına yakışır giysiler giyerler. . Özel yaşamlarına da dikkat ederler. Düzenli bir özel yaşam, onların iş yaşamlarında başarılı olabilmeleri için gerekli enerji ve coşkuyu sağlar. . Yaratıcıdırlar...Yaratıcılık yalnızca sanatçılara özgü değildir. Sıkça unutulsa da yaşamın her alanında yaratıcılığa yer vardır. Beden dilini iyi kullanmanın önemini bilirler. Eleştirirken dikkatlidirler. Yıkıcı değil, yapıcıdırlar.. Hangisi daha dost? Bir memleket varmış, adı Monomotapa, iki gerçek dost yaşarmış orda. Birinin malı ötekinin malı gibiymiş; Anlaşılan o memlekette Dostluk, bizimkinden başka türlüymüş. Bir gece Monomotapa’da Herkes dalmış derin uykulara. Orada güneş battı mı, fırsat bu fırsat, Uykunun tadını çıkarırmış millet. Gece yarısı bizim dostlardan biri, Fırlamış yatağından birdenbire, Doğru dostunun evine. Uyandırmış hizmetçileri, Tatlı uykularından. Dostu yukarıdan duymuş sesini, Hemen kaptığı gibi kılıcını, kesesini, Koşmuş dostunun yanına: -Hayrola, demiş soluk soluğa Sen kolay, kolay uyandırmazsın kimseyi, Uykuyu da seversin üstelik. Kumarda kaybettiysen, al şu keseyi. Evini bastılarsa, işte ben ve kılıcım; Haydi gidip haklarından gelelim. Yalnız yatamaz mı oldun yoksa, Benim güzel cariyeyi al git, öyleyse. -Yok a canım, demiş dostu; Ne o, ne de bu. Rüyamda biraz düşünceli gördüm seni, Sakın başı dertte olmasın deyip koştum; Kusura bakma dostum! Hangisi daha dostmuş, okuyucu? Üstünde düşünmeye değer bu soru. Gerçek bir dostu olmak ne güzel bir şey! Derdini açmanı beklemez bile, Kendi bulup söylemek ister: Belki sen çekinirsin diye. Sevdiği insanın üstüne titrer, Bir düşten, bir hiçten nem kapar. (Jean de la Fontaine)