Olimpiyatlara, belli barajları aşarak, bu kadar çok sporcuyla katılmamız mutlaka gerçekleşecek başarıların bir işareti gibi sunulmuştu. Gerçekte mütemadiyen içeriden ve dışarıdan üflenen, birçoğumuzun da kabul ettiğimizi sandığımız(!), “Olimpiyatlarda esas olan kazanmak değil ona katılmaktır” balonu, başka milletler için fazla bir şey söylemek istemesem de, gerçekte milletçe pekte kabule şayan değildir. Nitekim daha ilk günden itibaren sporcularımızın başarısızlıkları ortaya çıkmağa başlayınca söylenmeler, tenkitler ve hatta hesap sormalar birbiri ardına gündemi işgal edecekti.
Bu davranış biçimiminiz yeni bir şey değildi! Yıllardan beri, özellikle basınımızın şişirmeleri ile, temeldeki yapının varlığından hareket etmektense, hayal dünyasıyla kurgulanmış, gurur okşayıcı ifadelerle halkımız farklı beklentilere sokulmaktaydı. Bu kurgu hüsrana dönüştüğünde, bu defa devreye “vurun abalıya” gündeme getirilmekteydi. Çünkü basının sırtında küfe yoktu! Bununla sadece konuda basınımız suçludur demek istemediğimi okuyucularım bilecektir. Ama böylesi bir psikolojinin oluşmasında müessir unsurların başında basının geldiği de açıktır. Fakat şu muhakkaktır ki onlar da bu toplumun bir parçasıdırlar ve beklentinin ne olduğunu bildiklerinden “nabza göre şerbet vermek” işlerine gelmektedir. Tabiatıyla kendilerince mubah olanı karakterleri ve yapılarıyla da birleştirmekten imtina etmeyerek… Toplumsa memnundur. Çünkü buna hazırdır. Toplum ya zirvede olmak veya diplere sürüklemek tarzında şekillenmiştir!..
Esas itibariyle Olimpiyatlar uluslararası bir sporlar resmigeçidi olarak sunulmuştur. Öyle midir? Eğer her millet bunu bir eğlence aracı gibi kabul etmiş olsaydı mesele kalmayacaktı. Ancak hepimiz biliyoruz ki bu öyle değildi ve değildir de… Kazanımlar, madalyalar hep o ülkenin başarı hanesine yazılan simgeler olarak ele alınmıştır. Ayrıca sadece sportif değil aynı zamanda ülkenin neredeyse gelişmişlik, bana göre ise istisnalar hariç, güç ve hâkimiyet unsuru olarak gündemde yerini almıştır. Nitekim yıllardır ABD’nin madalya sırlamasında hep başta oluşu, bir süre SSCB’nin onunla madalya sayısı zemininde yarışmakta bulunuşu âdeta bir ideolojiler savaşı idi! Şimdilerde Çin’in bu mücadelede kendine önemli bir yer edinmesi herhalde kaçınılmaz olarak geleceğin lider devlet olma hedefinin işaretlerini taşımaktadır. Bir başka örnek ise Olimpiyatın Açılış Töreni günü İngiltere’nin sergilediği gösteridir. İhtişamlı olduğu muhakkak ama kaç kişinin umurunda olması bile önemli olmayan İngiltere’nin karanlık sömürgeci tarihinin kendilerince yıkanmış yüzünü sunmaları, herhalde birçok kimsenin dikkatini başka şekillerde çekmiştir. Fakat aynı İngiltere’nin çok uzun yıllardır hasretle beklediği, Olimpiyatlarda madalya sıralamasında üçüncülüğe yerleşmesi, başta İngiliz kamuoyuna moral verirken başka ülkelere hâlâ AB’de bile neden farklı olduğunu vurgulamaya vesile olmuştur sanırım. Şu halde Olimpiyatlar, başkaca uluslararası müsabakalarda olduğu gibi, milletlerin “hâkimiyet unsurları” arasına sporun da girmiş olduğunu bir kere daha delillendirmiştir. Belki bir siyasî fenomen olarak kabul edilemez ama dünya çapında müessir bir araç haline gelmiş olduğu da açıktır.
Türkiye olarak, 1950’li yıllardan beri, uygulamak üzere adımlar attığımız dünya devletleri arasında gücü ve varlığıyla saygın bir konumda bulunmak hedefi, son yıllarda özellikle ekonomik varlığı ve kısmen de dış politikada attığı adımlarla hissedilir bir şekilde belli bir tırmanışa vasıl olmuştur. Öyle ki bazı konularda hâlâ ayağındaki prangalardan kurtulamamasına rağmen ülkemiz G-20’ler arasında yerini almıştır. Ama aynı yöndeki başarıyı kültürel ve de spor sahasında gösterebildiğini söylemek mümkün değildir. Konumuz bugün spor olduğundan meseleyi doğrudan bu zeminde ele almak istiyorum.
1936 Berlin Olimpiyatlarında Yaşar Erkanlı ve Mersinli Ahmet’in güreş sporundaki madalyaların ülkemiz için, Olimpiyatlardaki ilklerimiz olması, konuya aklımızın erdiği çağlarda bizler için iftihar vesilesiydi. Daha sonraları aklımızın erdiğini düşündüğüm yıllarda, 1946 Londra Olimpiyatında, Yaşar Doğu, Celâl Atik, Gazanfer Bilge ve Nasuh Akar’ın karşılarındaki güreşçilerin sırtlarını yere vurarak kazandıkları altın madalyalar, daha demokrasi için adımlarını atmakta zorlanan ülkemizin biz çocukları için, âdeta birer kahramanlık meşaleleri idi. Havalarda uçuyorduk. Yedi düvelin sırtını yere getirmiştik!.. Zaten güreş ata sporumuzdu ve bizler bu yüzden övünçlü olmanın dışında gelecek dönemlerden de emindik! Oysa hiçte öyle olmayacaktı. Bir süre sonra artık kazanabilincek bir-iki madalya bile “hiç değilse” dememize sebep olmaya başlayacaktı. Çünkü biz sporcu yetişmenin bir ilmÎ kural hâline gelmekte olduğunun farkında olmak istemeyen bir topluluğa dönüşmüştük. Acelemiz vardı ve günü birlik başarılarla tatmin olmayı tercih etmekteydik!
Zaman ilerledikçe ortaya çıkacaktı ki Türkiye’mizin başarıları günlük sıçramalardan başka bir şey değildir. Çünkü biz sporcu yetiştirme işinin derinliği olan, çekişmelerden uzak ve ilmî bir hassasiyet isteyen kimlik taşımağa başladığının farkında olmak istemiyorduk. Anlayışı körükleyense halkın tabii içgüdülerini propagandaya çeviren, kendimizin içinde bulunduğu dönemi, başarılı olarak görmek kolaycılığı idi. Bunu da kamuoyunda prim yapmak isteyen basınımız bütün varlığıyla destekliyordu. Bütün bu karmaşa içinde hasbelkader başarı şansı bulanları “şöhret budalası” yaparak yoldan çıkmasına güzergâh hazırlamak da ayrı bir marifetti!
Alt yapı mı? Konuda önce, ilkokullarımızdan başlayan Beden Eğitimi derslerinin saçma varlığını şöyle bir gözlememiz gerekecektir. Haftada 1 Saat ve bunun öğrenciler ve hatta öğreticiler tarafından oyun oymama saati veya angarya olarak kabul edildiğini hangimiz inkâr edebiliriz! Bir saatlik saçmalığı bir taraf koyunuz, bu dersin acaba bedenî gelişmişlik yanında sporcu anlayışını bütün unsurlarıyla yani edebi, ahlâkı, disiplini ve fizik gücüyle sağlayabilecek bir ortama imkân verebilecek nitelikte olabilmesi ne kadar mümkündü? Kısaca yeteneklerinin itiş gücüyle veya takım sporlarında kendilerini adamış birkaç kişinin büyük gayretleriyle sağlanılan kısa fasılalı başarılar dışında elde ettiğimiz sonuçların sebebinin, daha okul sıralarından başlayan ve ailede de devam eden spor ve sporcu yetiştirme anlayışımızın gelişmemiş olmasıdır.
Spor kulüplerimize gelince… Hemen bütün spor branşlarının giderek profesyonelleşen yapısı içerisinde daha çok ve çabuk başarıya odaklanmalarını tabii kabul etmek gerekir. Ama bu alt yapı konusunda anlık geçiştirmeler anlamını taşımamalıdır. Alt yapı konusuna önem veren kulüplerimizin sayısı ne yazık ki azdır. Zira çevre ve taraftar baskısı yanında geleceğe dönük daha çok malî kaynağa sahip olabilme çabası, tercihlerdeki şekillenmeyi zorlamaktadır. Fakat bütün bunlar arasında anlamakta asıl zorlandığım, asıl amaçları kentlerine ve orada yaşayanlar hizmet vermek olan ve giderek büyük kaynaklara sahiplenen Belediyelerimizin profesyonel futbol takımlarına sahiplenmeleri ve onlara harcadıkları paradır. Bu kaynakların amatör ve/veya geleceğin sporcu yeteneklerine tahsis edildiğini bir düşününüz! Ayrıca son Londra Olimpiyatlarında ferdî sporlarda aldığımız birkaç madalyanın sahiplerinin nerelerde yetiştiklerini de göz önüne getirdiğimizde Belediyelerin görevleri arasında profesyonel futbol takımlarına sahip olmanın en son nokta olması gerektiğidir. Belediyeler sporla meşguliyetlerini, daha amatör sahalara kaydırmalıdırlar. Yani Belediyeler seyircileri de olmayan profesyonel futbol kaprisinden kurtularak kaynaklarını doğru yönlerde kullanmalıdırlar. O halde her sahada büyük devlet olacaksak iki konuyu da asla ihmal etmemiz gerekir. Bunlardan birincisi “kültürel değerlerimiz”, ikincisi ise kamuoyunda önemli bir role sahip spor branşlarını başarıya götürecek ilmî çalışmanın bir an önce gerçekleştirilmesidir. Yoksa çokça konuşulan uydulardan bir uydu görüntüsü vermeye devam ederiz..