...dünden devam Molla kendinden geçmiş, baygın bir şekilde, yere düşer. Haydut da “neresinden vurmuşum bu sahtekârı” diyerek yanına koşar. Fakat, bakar ki hiçbir tarafında kan sızıntısı yok, şaşırır. Mollayı çözerek cebindeki muskayı alır, kendi cebine koyar. Mollayı ayıltmaya çalışır: “Sen ne tabansız, ne itikatsız adammışsın be! Kendi elinle yazdığın muskaya itikadın yok mu senin? Benim martinin ucundan, uçan kuş bile kurtulamazken, bak muska tam muska imiş. Aferin sana. El emeğini sana bol bol vereyim de üstümde hakkın kalmasın.” diyerek keseden aldığı bir altını yaptığı muskanın sağlamlığına kanaat getirdiği için mollaya verir. Molla tir tir titreyerek, hayduttan bu sefer kesin olarak kurtulduğunu düşünerek eşeğe biner, yola koyulur. Eşkıya tekrar geri çağırır. Mollanın kaçacak hali yoktur: “Molla, in eşekten; ben bu işten işkillendim. Ya sen ağaçta bağlı iken, içinden muska duası okudu isen! İyisi mi şimdi ben şuraya dikileyim sen martini alıp bana bir kurşun at. O kurşunun bana değmediğini gördükten sonra benim de içimden bu işkil çıkar, iyice inanırım bu muskaya. Artık bana “karada ölüm yok” demek. İsterlerse zaptiye değil, asker yollasınlar üstüme. Şu işi de tamamlayalım da öyle git, der. Molla bu yaştan sonra katil olmak istemez ne kadar yalvarırsa da eşkiyayı ikna edemez. Eşkıya yağlı bir kurşunu tüfeğe yerleştirir, nasıl nişan alması gerektiğini söyler ve hedef tahtasına geçer. Özellikle de göğsünü göstererek nişan almasını belirtir. Molla güzel bir nişan alır, eşkıya güzel bir yere serilir. Daha sonra molla eşkıya katili oldum diyerek ağlaya ağlaya koşup kasabaya, karakola teslim olur. Molladan zaptiyeler, adliye görevlileri olayı dinledikten sonra olay mahalline gider. Yıllardır ele geçiremedikleri eşkıya göğsünün orta yerinden kurşunu yemiş bir şekilde yatınca: “Allah senden razı olsun. Hükümeti de milleti de kurtardın. Bunun sevabı sana yeter.” derler. Eşkıyanın üzerindeki paraları da mollaya teslim ederler. MİNNET YÜKÜ Fakir bir köylü olan Ahmet Efendi, evin eksiklerini tamamlamak ve öteberi almak için kasabaya alışverişe gitmek durumundadır. Yalnız gitmesine gidecek ama yolda bineceği eşeği birkaç gün önce ölmüştür. Bir komşusundan eşeği istemeyi de gururuna yediremez. Nasıl olsa yürüyerek 5-6 saatte gidilecek bir yer değil mi diyerek yolun kirişini tutar. Bu arada havanın kapalı olması kendisini düşündürür ama işimi bitirinceye kadar köye dönerim diye düşünür. Yanına kepeneği de bilerek almaz çünkü bu sefer alacağı şeyler heybesinin ikisini de dolduracaktır. Kasabaya yaya olarak gelen Ahmet Efendi, yükte ağır pahada hafif ne kadar alması gereken öteberi varsa alır. Heybesini sallasırt edip hemen köyün yolunu tutar. Kasabadan çıkarken yağmur çiselemeye başlar. Akabinde rüzgâr da fırtınaya çevirir. Yağmur şiddetini artırır. Kendini az buçuk koruyacak bir yerde bulamaz. En iyisi yola devam edip bir an önce köye varayım diye düşünür. Bu arada bir an önce köyüne dönmenin hesabını yapıp yoluna koyulurken arkadan ata binmiş, gocuğuna sarınmış, terkisinde de bir kepenek olan komşu köyden Ahmet Ağa yetişir. Kendisine böyle bir havada nasıl olur da kepeneksiz, gocuksuz çıkarsın diye çıkışır. Daha sonra da: “Çöz şu benim terkiyi de, al kepeneği sırtına; heybeni de koy terkiye. Sizin köyün hizasına kadar zaten beraber gideceğiz. Yol ayrımından sonra da köyünüz yakın.” der. Ağa’nın dediğini hemen yapar, kepeneği sırtına giyince, heybesini de terkiye koyunca oldukça sevinir. Ahmet Efendi, şükran duygularını ifade etmeye başlar: “- Bugün, Hızır oldun da yetiştin imdadıma; yoksa halim dumandı. Tuttuğun kara toprak, sarı altın olsun ağa. Ne olacak? Fukaralık işte. Eşeğim ölmüştü. Kolayına denk getirip de bir başkasını alamadım. Harç düzmek için bugün pazara gitmem lazım geldi. Konudan komşudan eşek istemeğe yüzüm tutmadı bir türlü. Herkesin malı kendine lazımdır elbet. Omuzda dolu bir heybe olunca, kepenek de bir işe yaramazdı zaten. Havaya aldandım da, şöylece çıkıverdim yola. Onun da kahpeliği tuttu bugün; paçamdan yakaladı. Nerede ise yolun üstüne serecekti beni. Allah acıdı halime de seni yetiştirdi ardımdan. - Öyle oldu Ahmet….Heybe omzunda kasabadan çıkarken seni görmüştüm. Hava iyiden iyiye bozmağa yüz tutunca seni düşündüm. İçim bir türlü rahat etmedi; duramadım oralarda. Şu zavallıya yetişeyim de bir faydam olsun diye ata atlayıp hemen yola çıktım. Atı da iyi zorladım haa…Bak şu haline… - He…Öyle ağa….Kul bunalınca Hızır yetiştir derler. Hızır da hep gökten inmez ya. Sen de bugün benim için Hızır oldun. - Ya, ben yetişmeye idim, halin ne olurdu? Benim çoban için aldığım kepenek de, ne kadar işine yaradı ya? - Sorma ağa, sen yetişmeye idin, halim pek berbat olurdu. Senden de attan da Allah razı olsun. - Köyü nasıl olsa tutardın ama, ne şekilde? Ne sende, ne heybenin içindekilerde bir hayır kalırdı. Belki bu yüzden hasta olurdun. - Ne desen olurdu ağa. Zaten yorgunluk beni bitirmişti. Üstüm başım ıslanınca, soğuk da içime işlemişti. Dediğin gibi, belki de hastalanırdım. Allah seni çoluğuna, çocuğuna bağışlasın, onları da sana. Elem, keder yüzü görme. - Bugünkü halin ölümüne bile sebep olabilirdi. - Eh…Ne bilirsin? Vademiz gelmişse, o da olurdu. Ölüm için de bir bahane lazım değil mi ya… Yola devam ettikleri müddetçe, ağa sanki başka laf bulamıyormuş gibi hep bu bahis üstünde dönüp dolaşır. Ahmet de hep aynı duaları tekrarlar durur. Fakat, ağa, sımsıkı tuttuğu bu lafın yakasını bir türlü bırakmadığından, bir müddet sonra Ahmet bunalmağa başlar. Ağa bir taraftan, şeytan bir taraftan, bindikçe binerler Ahmet’in dalına. Ahmet’te tahammül iyice daralır; içinden “Lâhavle”ler çekerken, dışından da iyice somurtmaya başlar ve ağaya cevap vermemeye başlar. Ağa anlatmaya devam eder. Ahmet ise de düşünür taşınır ve işin içinden çıkamaz. Bu sırada yol büyücek bir ırmak kenarını takip eder. Irmak suyunun göllendiği derin bir yere geldikleri sırada, ağa, gene aynı laflara başlayınca, - Ahmet, ya ben imdadına yetişmeyeydim, ne olurdu halin, diye düşünüyorum, deyince, Ahmet’te sabır mabır kalmaz. Ömer Seyfettin’in Diyet adlı hikâyesindeki Demirci Koca Ali tekrar sahnededir. Kepeneği bir tarafa, kendini de, yanına gelmiş oldukları ırmak gölüne kaldırıp atarak, dalar suyun içine. Suyun yüzüne çıktığında bir daha dalıp çıkar. Ondan sonra da, üstünde şırıl şırıl suları akarak, bu hâl karşısında şaşırıp kalmış olan ağanın yanına gelir ve: - Ver şu heybemi, şu kepeneğini de al, der. Ahmet’in bu halinden pek ürkmüş olacak ki ağa, hiç ses çıkarmadan heybeyi Ahmet’e verir, kepeneği de terkiye bağlar. Bunlar yapıldığı sırada tir tir titremeğe başlamış olan Ahmet, heybesini omuzladıktan sonra, ağaya; - Be herif, sen arkamdan yetişip de heybemi atına almayaydın, kepeneği de bana vermeye idin, bundan da beter olacak değildim ya…Yıkıl git gözümün önünden, dedikten sonra göğsünü gere gere yoluna devam eder. DEĞERLENDİRME Özellikle Türk Edebiyatı’nın neredeyse unutulan bu “kalem”i ve bu “kalem” den çıkan hikâyelerin, milli kültürümüzün izdüşümlerini yansıtan veriler olduğunu ve Türk Edebiyatı’nın köy edebiyatıyla ilgili en güzel incilerinden biri olduğunu tahmin ediyorum. Bu incileri artık edebiyatseverlerimizin okuyacağını, özümseyeceğini tahmin ediyorum. Çünkü bu güzelim incilerin onlarca yıldır açmadığımız çeyiz sandığından çıkarılmasının zamanın geldiğini ve hatta geçtiğini düşünüyorum.