...dünden devam ARSLANI ÖLDÜREN YARA Ormanların Kralı, mekânında gezerken bir ceylan görür. Bu avı gözüne kestirir ve kaçırmak istemez. Bunun için harekete geçer, bunu gören ceylan olduğu yerde çabalar ama kaçamaz. Arslan tam olarak kısmetine kavuşacağı sırada sağdan soldan birkaç tüfek birden patlar. Meğer bu avcıların kurduğu bir tuzakmış. Ağır yaralanan Kral avcılarla başa çıkamayacağını anlar. Fırsatını bulup, kaçmaya çalışır. Arkasından her ne kadar kurşun sıkıldıysa da kimi zararsız yerine kimi boşa gider. Sonunda inine gelip, dinlenmeye koyulur. Arslanın artığıyla geçinen hayvanlar hemen kara haberi karakargaya ulaştırır. Karga da her ne kadar bütün hayvanlara aynı gün ulaşmaya çalışsa da çoğuna geç ulaştığı için ormandaki hayvanların temsilcileri ertesi gün arslanın inine gelir, üzüntülerini bildirir, geçmiş olsun dileklerini sunar. Burada herkes şaşırır nasıl olur da arslan bu hale gelmiştir. Kendisine sorulan her soruyu arslan, utanarak, “oldu bir şey..” diyerek, geçiştirmeye çalışır. Arkalarda bulunan tilki, en öne gelerek, konuşulanları sessizce dinler. Olduğu yerden ayağa kalkarak şunları söyler: “Sevgili hükümdarımız…Birkaç arkadaşımız bu felâketin sebebini öğrenmek istediler, size sordular. Siz ise, bu ciheti daima kapalı geçtiniz. Ben bundan endişeleniyorum ve şu anda büyük bir teessür içinde bulunuyorum. Bize karşı olan muhabbet ve şefkatinizi ve bu sebeple de, bilerek bilmeyerek, yaptığımız suçlarımızı daima hoş görmek lütfunda bulunduğunuzu hep biliyoruz. Siz, bu sefer de, gene, maiyet severliğinizin ve yüksek faziletinizin tesiri altında olarak, kabahatliyi ortaya atmıyorsunuz ama biraz evvel arzettiğim gibi, ben bundan büyük endişe duyuyorum. Dün benim çocuklar bana ‘Baba… Bize hep kuru kemik getiriyorsun, bunları geveleye geveleye daha genç yaşımızda iken, dişlerimiz kör testereye döndü. Yumuşak bir şey yiyelim diye akşamlara kadar, kırlarda, fare deliklerinin önünde beklerken beyinlerimizi güneş yiyor da gene karın doyuracak kadar bir şey ele geçiremiyoruz. Elimiz ayağımız tutar, gücümüz kuvvetimiz yeter bir yaşa geldik. Sen bize müsaade et de biz kendi kendimize şöyle bir avlanmaya çıkalım. Akşama, anamızla sana da bir şeyler getiririz.’ Demiş, benden müsaade alarak, tavşan avına çıkmışlardı. Sizi şahsen tanımayan bu cahil çocuklar, korkarım, tavşan sanıp da efendimize saldırmış olmasınlar?” deyince, arslan, yattığı yerden derin derin inler ve başını zorla kaldırarak şu beylik sözünü söyler: - Arkadaşlar… Bu yaralardan ben, nasıl olsa, ölmez kurtulurdum. Fakat, şu mıymıntı tilkinin lâflarıyla yüreğimde açılan yara, beni yaşatmaz artık. Benden ümidi kesin. Kendinize başka bir kral seçmeğe bakın. Şimdi dağılın başımdan da yarın cenazemi kaldırmağa gelirsiniz.’ der. HACI MEMİŞ’İN YASİN TULUMU Yazar, bu hikâyesinde çok ilginç bir olayla karşılaşır. Bunu kitabında çok güzel bir şekilde anlatır. Anlatacağı olaya güler misiniz, ağlar mısınız, hüzünlenir misiniz, düşünür müsünüz bilmem ama kendim nedense en çok sonuncusunu yaptım. Görev yaptığı köylerin birinde Hacı Memiş isminde bir zengin vardır. Bu köylüler kışın bitip, baharın geleceği vakit bütün ihtiyaçlarını karşılayıp, yaylalara çıkarlar. Buralarda yaklaşık 4-5 ay vakit geçirirler. Bu yaylalar öyle yerler ki sivrisineği, domuzu, sıcağı, hastalığı sıkıntısı bol; şehirlerle bağlantısı, yoktur. Yine böyle yaylaya çıkmak üzere bir günde Şevket Arı, Hacı Efendi’yi yolcu etmeye yanına gelir. Hacı Efendi, hazırlıklarını yaparken içinin her halinden boş olduğu bir tulumu besmele çekerek, saygıyla götürülecek değerli eşyaların yanına koyar. Yazar bu tuluma bu kadar saygı göstermesini, yaylada ne işe yarayacağını merak eder. Bunu kendisine sorar, hikâyenin ilginç kahramanı da sakin sakin anlatmaya çalışır. Bunların içinde kırk Yasin okunarak konulduğunu söyler. Yazar, tulumun “Yasin”le nasıl dolduğunu sorar. Hacı Efendi şu cevabı verir: “Hoca, boş tulumu kucağına alıp, “Yâsin”i okumağa başlar. Her âyetin sonunda, tulumun üstündeki memeden tulumun içine üfleye üfleye, tulumu gördüğün gibi, iyice şişirir. Sonra bir de fatiha okuyarak memeyi güzelce bağlar, bize teslim eder.” Yazar, bunun ne işe yaradığını merak eder, ısrarla sormaya çalışır. Hacı Efendi de yaylada hasta olanlara şifa niyetine kullanıldığını söyler. Yazar, bunun mantıksızlığını, hiçbir işe yaramayacağını, hastaların şehre doktora, eczaneye getirilmesinin hastalar için daha uygun olacağını anlatmaya çalışır. Müellif ile Hacı Efendi arasında hararetli bir tartışma başlar: - Hastanızı, şehre kadar siz getirin. - Hele bak… Hastayı rahat döşeğinde ölmeğe bırakmayıp da katır sırtında mı can verdireceğiz ona? - Siz de çıkmayın o dağlara, oturun artık köyleriniz de. - O zaman, daha çocukluğumuzda söner gideriz bu kötü yerlerde. - Eee.. Ne olacak bu işin sonu? - Tasası sana mı düştü. Bizler açıkta yanan çıralar gibiyiz. Kuvvetli bir rüzgâra uğradık mı, özü sakızlı olanlarımız dayanır bu fırtınaya. Sakızı az olanlar da söner gider. - Ama, tulumdan hiçbir şey çıkmaz be Hacı. - Çıkar, efendi, çıkar; hiçbir şey çıkmasa bile, bir teselli çıkar. Bilir misin çaresizler için, o ne büyük bir ilâçtır? Hasta ‘şifa bulacağım’ diye ümitlenir, yüreği açılır, yüzü güler. Kendinden ümidi kesen hasta da, “Alnımın yazısı böyle imiş, hiç olmazsa temiz bir imanla gidiyorum.” diye bir ferahlık duyar. Yaylaları dolduran bütün aşiret halkı, bu tulumu gözler durur. Tuluma başvuranlar o kadar çoktur ki, çok defa, sıra beklerler. Sekiz on saatlik yerlerden gelenler olur.” Arı, Hacı Efendilerin bu buluşlarından çok etkilenerek şunları söyler: “Bu zavallıların dertlerine karşı bizler, bu tulum kadar, bu “hiç” kadar da, deva olamıyorduk demek.” KURŞUN TUTMAZ MUSKASI Hikâyenin kahramanı İstanbul’da medresede okuyan Molla Hüseyin, Ramazan başlangıcında büyük köyün birine gelir. Bayram sonrasına kadar köydeki camide imamlık yapar. Vaazlarında cehennemden daha çok cennetten bahsettiği için köylüler tarafından beğenilir. Köylünün durumu da geçmiş yıllara göre o sene gayet iyidir. Molla Hüseyin, bayramda imam hakkı olarak verilen zekât ve fitreden tahmin edeceğinden daha fazla toplar. Bunun dışında şehirde kendisine bir yıl yetecek kadar tarhana, bulgur, kuskus ve iaşesi için de ayrıca yardım alır. Kendisine tahsis edilen eşekle yola çıkar. Öğleye doğru sık çalılıkların arasından geçerken, o yörenin - idam cezası alıp da bu cezası 101 sene hapse çevrilen daha sonra da hapisten firar eden devletin de ölüsünü getiren kişiye ödül vereceği, azrail kılıklı- meşhur eşkıyasının “hey Molla dur hele” sesiyle irkilir. Eşkıya, mollanın cebindeki paraları ister. Molla da her ne kadar bu paraların kendisine caiz olamayacağını ve bu paralara okuması için ayırdığını söyler. Bu paraları kendisine verdiği takdirde aç kalacağını ve imam olmak için medrese tahsilini tamamlayamayacağını ifade etmeye çalışır. Bunun üstüne eşkıya, imamlık ile kendisinin mesleği arasındaki mukayeseyi –imamların sosyal hayatlarının rahatlıklarını içinde kalmış ukde olarak- anlatmaya başlar: “Neden aç kalırmışsın? Köyün birine imam durursun, çocukları okutursun; beş vakitte de ezanını okur namazını kıldırırsın; ekmek elden su gölden. Sofranı köylü çıkarır. Ölüyü kefinler, diriyi soyarsın; anasının karnında oynayan çocuğun bile haracını (fitre sadakasını) alırsın. Sıcacık yatağında yatarsın. Benim gibi yarı aç yarı tok, yazın çalı diplerinde kışın ayı inlerinde yatarak bir taraftan “tatlı canımı kurtaracağım” öte taraftan da “adam soyacağım” diye uğraşacak değilsin ya… Ölülere “Mevlit” der okur, “Yâsin” der okur, cebini doldurursun. “Nikâh kıyıyorum” diye iki okur bir üfler, heriften bir iki Mecidiyecik sızdırırsın. Birkaçınız bir olup ölü için “devir” der, dirinin parasını fırıldak gibi çevirip çevirip de cebe indirirsiniz. İmamlık hem çok kolay, hem çok kârlı bir zanaatmiş ama bilemedik. Zahmetsiz bir kazanç. Ben elimdeki martinle ve ölümle korkuturum. Senin lafların benim martinden, cehennemin de ölümden daha fazla ürkütür insanları. Benim elimden kurtulanlar, senin önünden kaçamazlar. Dirisi de elindedir, ölüsü de..” der. Molla para kesesini eşkıyaya teslim etmekten başka çare kalmadığını anlar. Parayı verir ve kurtulacağını zanneder. Ağlaya ağlaya eşeğin yanına gider. Eşkıya bırakmaz, bana illa ‘kurşun tutmaz bir muska yazacaksın’ der. Molla her ne kadar bu işlerden anlamadığını belirtse de eşkıyayı inandıramaz. Muska niyetine bir şeyler yazar, kendisine teslim edip, yakasını kurtaracağını düşünür ama nafile. Yazdığı muskayı test etmesi gerekir. Bu sefer eşkıya: “Dur bakalım; ya bana ters bir muska yazdı isen. Bunu nereden bileyim? Şu yazdığın muskayı koy cebine de geç şu karşıdaki çam ağacının dibine. Ben sana bir kurşun çekeyim; eğer kurşun seni tutmazsa, muskanın tam muska olduğunu anlarım. Yok, eğer kurşun seni tutarsa, boylarsın öte dünyayı; cezasını çekersin” der. Küçük molla, öleceğini hissederek çam ağacının dibine gider. Bir yandan da yalvarmaya başlar. Haydut: “Anlaşıldı… Demek sen bana ters muska yazdın; ben ona güveneyim de göğsümü gere gere zaptiye kurşunu önüne dikileyim.” dedikten sonra martinin namlusundan tutarak kuşağıyla mollayı ağaca bağlar, nişan alır, bir kurşun çeker. devamı yarın...