... DÜNDEN DEVAM
Bu çerçevede yaşlı anamın yıllar önce anlattığı bir hikâye aklıma geldi. Köyde evin birine bir falcı uğrar. Tabii ailenin durumu gayet iyi olup, işlerini tutmaya yarayan azapları[3] bile vardır. Falcı kehanetlerini anlatmaya başlar. En çarpıcısını çekinmeden söyler: “Bu evden iki cenaze çıkacaktır.” Bu sözün üzerine herkes azaba bakınca azap dayanamayıp cevabı yapıştırır “Yahu biri ben olmaya benim de peki ya diğeri…” Aslında dün olduğu gibi bugünde ülkenin can, namus ve güvenlik sigortasını acı, gözyaşı, ter ve kan ile bağlayanların kahir ekseriyeti neden azap, sessiz, rütbesiz, statüsüz Türklerden oluşur? ’sorusu geçerliliğini hâlâ korumaktadır. Bugün bu soruyu tuzu kuru, sol hümanist yazarlar[4] bile sormaya, sorgulamaya başladıysa ülkenin yaşaması için gerekli kanı sebil edenlerin, ülkesini, dününü, dinini, değerini karşılıksız sevenlerin tamamının sorması gerektiği söylenebilir.
Kerimî’nin gönderdiği mektuplarda “dost acı söyler mukabilindeki tespit ve gözlemlere” memleketindeki Osmanlı’ya sempatiyle bakan insanlar ilk başta inanmazlar. Hayal kırıklığına uğrayanlar az değildir. Yazara tepki gösteren önemli bir okur kitlesi vardır. Kerimî, barış müzakerelerinin yeniden başladığı günlerde İstanbul’dan ayrılır. 9 Mart 1913’te memleketine gönderdiği “Ba’sü ba’delmevt” isimli son yazısı adeta kitabın özeti ve değerlendirmesi diyeceğimiz tahlillerle son bulur. Savaş sonrası olacaklar hakkında bazı öngörülerde bulunur. Bahse konu olan öngörülerin önemli bir kesiminin gerçekleştiğini daha sonra gelişen olaylar bize göstermektedir. Yazarın basiretinin güçlülüğü kitabın ciddi bir eser olmasına kuşkusuz katkı sağlamaktadır. 
Yazar, İstanbul’da kaldığı 4 ay gibi kısa sayılabilecek bir zaman diliminde hem savaşın fotoğrafını, hem de Türk toplumunun cephe gerisindeki psikolojisini, yaşadığı bozgunu çok iyi yansıtmaya çalışır. Bu fotoğrafın net çıkması için; cepheye gidip askerlerin arasına girer. Onların ruh halini yansıtır. Cephe gerisindeki vatandaşın arasına katılarak halkın nabzını ölçer. Savaşın yükünü kaldırmaya çalışan günümüzdeki anlamıyla “sivil toplum örgütleri”nin yaptığı gayretleri yakından müşahede etme fırsatını bulur. Hastanelere giderek yaralılardan bilgi almaya çalışır. Birbirinden farklı cenahlarda bulunan politikacı, mebus, gazeteci, paşa, ulema, bürokrat ve aydınlarla mülakat yapar. Bunlara savaşın muhtemel sonuçları ve savaş sonrası Türkiye’nin durumu hakkında çeşitli sorular yöneltir. Türk Devleti ve toplumunun temel sıkıntılarının nasıl aşılacağı ile ilgili  –kendisini çok rahatsız eden- soru(n)lara cevaplar almak için çırpınır. Yabancı uyruklu,  Türk (Tatar) gazeteci kimliğini de kullanarak savaşın seyri hakkında sağlıklı bilgilere ulaşır. 
“İstanbul Mektupları”, bir savaş muhabirinin kallavi gözlem, tespit ve değerlendirmesinin dışında Türklerin günlük içtimai hayatından onlarca örnekler sunar. Özellikle de İmparatorluğun en güzel topraklarının elimizden nasıl çıktığını bizlere çok güzel anlatır. Düşman işgalinin, devletin başkentine ulaşmasına sadece 45 km kaldığı, Yunan askerlerinin top seslerinin İzmir’den 7 mil öteden duyulduğu bir dönemde, milletimizin gerek cephede gerekse de cephe gerisindeki acizlik, kahramanlık, ahlaksızlık, gaflet, tembellik ve hainlik hallerini yansıtan onlarca ibretlik olayı bizlerin gözü önüne serer.
Bu yazarı ve eserini farklı kılan en önemli özellik ise Fatih Kerimî’nin inanmış, eğitim sevdalısı, kadınların eğitimsizliğinden adeta sürekli sancı duyan, modernleşmeci ve katıksız Türk Milliyetçisi ve batılı Oryantalistler standardında da kültürlü, işinin ehli birisi olmasıdır. Bizim göremediğimiz hata, yanlış ve zaaflarımız üzerine-soğukkanlı biçimde, korkmadan, giderek- çok net bir şekilde önümüze koymasıdır..
Kerimî; Osmanlı, Türk ve İslâm âleminin düşmüş olduğu duruma karşı, içinde çok büyük fırtınalar kopan, yüreği yangın yerine dönmüş bir aydındır. Karşılaştığı kişilerden birine -yüreğindeki yangının dumanı sayabileceğimiz - şu soruyu sorar: “Peki efendim, bir yıl içinde iki kıtadan çıkarıldınız, Afrika’dan çıkarmışlardı şimdi Avrupa’dan da çıkarıyorlar. Niçin endişelenmiyorsunuz? Böyle fevkalade zamanlarda niçin fevkalade fedakârlıklar göstermiyorsunuz? Kesilecekleri zaman koyunlar bile biraz olsun çırpınırlar. Rumeli’deki Müslüman ailelerin, kadınların ve çocukların kanlı gözyaşları sizin yüreğinize hiç mi tesir etmiyor?”(s.170)
Fatih Kerimî, toplumsal olarak yaşanılan felâket ve bozgunları o devrin en az kahramanları ve fisebillahı kendisine şiar eyleyenler kadar içselleştirerek yaşamaktadır. Yazdığı yazılarda kullandığı mürekkebin hammaddesi gözyaşı ve alınteridir.
Yazar adeta beyni, kalbi ve kalemiyle Türk toplumu ve devletinin zaaf, hata ve yanlışının röntgen filmini, canlı fotoğrafını çekerek bizlere sunmaya çalışmıştır. Bahse konu olan dönemdeki Türk toplum ve devletinin kangrenleşmiş ve kronikleşmiş, sorun, sıkıntı ve şiddetli hastalıklarının geçen bir asra rağmen çok büyük bir kesiminin devam ettiği söylenilebilir. Bu hastalıkların en azından bir kısmının tedavi edilebilmesinin zaruri olduğuna inananların, Türk milletinin düştüğü yerden kalkacağına iman eden fakat düştüğü yeri görmenin şart ve elzem olduğunun idrakinde olan aydınların bu kitabı okuması salık verilebilir. 
“İstanbul Mektupları” kitabını daha önce okuyup bizlerin okuması için öneren bir dostumuzun kitap hakkında sarf ettiği şu cümlelere hak vermemek elde değildir. “500 senede kazandığımız, vatanımızın en değerli parçasını 3 haftada utanç verici bir mağlubiyetle kaybettiğimiz dönemin sosyal psikolojisini aydın bir dost kaleminden yansıtan, henüz daha yasını dahi tutmadığımız korkunç bozgunun hâlâ yapamadığımız ancak yapmak zorunda olduğumuz muhasebesine katkı sağlayacağına inandığım bir eser”
Son olarak merhum Kerimî’yi rahmetle anarken, bu çok değerli eseri ve yazarı muhterem münevveri Türkiye’de gün yüzüne çıkaran Prof. Fazıl Gökçek ve Çağrı Yayınevi’nin yöneticilerine teşekkür ederek bu çizgideki eserlerin devamını diliyorum.
Not: Fatih Kerimî’nin “İstanbul Mektupları” isimli kitabını ilk okuduğumda çok duygulanmış ve etkilenmiştim. Söz konusu kitap hakkında 25 sayfalık bir özet çıkarmıştım. Bu uzun yazı bazı yerel gazetelerde o dönem yayınlanmıştı. Geçtiğimiz günlerde kitapyurdu.com isimli sitede bazı yayınevlerinin yayımladıkları kitapları incelerken Kelepir Kitaplar başlıklı bölümde “İstanbul Mektupları”nın olması, şaşırmaktan çok içimi acıttı. Bu kadar değerli bir eseri daha fazla kişiye anlatmak ve tanıtmak düşüncesiyle yazmış olduğum yazıyı tekrar gözden geçirip bir dergide yer bulabilecek sayfaya indirgedim. Töre Dergisi’nde yayımlatmayı uygun buldum. İlkyazmış olduğum yazıyı merak edenler http://kitaplarinbaskenti.blogspot.com/2009/05/bir-tatar-aydininin-kaleminden-balkan.html linkinden yazıya ulaşabilir. 

[*] Eğitimci, E-posta: [email protected]
Blog Adresi: http://kitaplarinbaskenti.blogspot.com
[1]Fatih Kerimî, İstanbul Mektupları, Yayına Hazırlayan: Fazıl Gökçek, 367s. , 2001, İstanbul, Çağrı Yayınları, www.cagriyayinlari.com
[2]Türkçeye çevrilmiş diğer iki kitap hakkında da birer yazı kaleme almıştım. Yazılara internet üzerinden şu linklerden ulaşılabilir.
http://kitaplarinbaskenti.blogspot.com/2010/01/bir-tatar-aydinin-gozuyle-avrupa-1899.html
http://kitaplarinbaskenti.blogspot.com/2011/02/fatih-keriminin-kirim-seyahatnamesi.html
[3]Yıllık ücretli işçi
[4]Can Dündar, 14 Eylül 2006 tarihindeki Milliyet Gazetesi’ndeki köşesinde  “Katilimiz Fakirlik mi?”  isimli makalesinde “Neden (mesela) Teşvikiye Camii'nden, (yine mesela) Yozgat'ın tüm camileri kadar şehit cenazesi kalkmıyor?” diye soruyordu.