Kırk beş senedir Türk siyasi hayatının içendeyim ve takipçisiyim. Kemal Kılıçdaroğlu’nun Dersim belgelerini açıklarım sözü üzerinde durmak gerekir? Ancak son beyanatı gerçekten trajikomik. Neymiş efendim devlet arşivlerindeki Dersim belgeleri açıklansın. Söyleyiş öylesine pişkince ki; belgeler açıklanınca CHP’sinin masumiyeti ortaya çıkacak sanırsınız. Önce gözü olan için, feraseti olan için açıklanmış belgeler geridekilerin nasıl utanç verici olabileceklerinin delilleridir. Bunların en anlatılabileceğini en az insanlık dışı olanını Kılıçdaroğlu için değil onu umut olarak görmeye - göstermeye çabalayanlar için yazacağım: İsmet Bozdağ’ın “Kürt İsyanları” adlı eseri söz konusu isyanları çok özet bir şekilde biraz da yapılanları mecbur-mazur gösterme gayretleri ile anlatır. Lakin güneş balçıkla sıvanmaz. İşte bu kitabın son bölümünde yer alan, İhsan Sabri Çağlayangil ’in “Anılarım” adlı eserinin 49-54 sayfalarından alıntılar: “Emniyet Genel Müdürü Şükrü Sökmensüer Bey bana diyor ki: “Atatürk, Singeç Köprüsü’nü açmaya gidecek. Dersim harekâtı bitti. Beyaz donlu altı bin doğulu vatandaşımız, Elazığ’a dolmuş; Atatürk’ten, Seyit Rıza’nın hayatını bağışlamasını isteyecekler. Bunların, Atatürk’ün karşısına çıkmalarına meydan vermeyelim! Asılacak asılsın ve bu insanlar Atatürk’ün karşısına çıktıkları zaman, iş işten geçmiş olsun!.. O dönemde Elazığ Valisi Şefik Bey; Savcı Hatemi Senihi Bey, Emniyet Müdürü, Serezli İbrahim Bey, Savcı Yardımcısı, benim yakın bir arkadaşım!.. Emniyet Genel Müdürü Sökmensüer: Emniyet Genel Müdürlüğünün siyasi şubesinden istediklerini al, (istediğin yardımcıları) “Atatürk’ün, İstasyondan Halkevi’ne kadar koruma görevi de sana ait!.. dedi. Başta, Macar Mustafa olmak üzere, altı kişi alıp yola çıktım. Tren Elazığ’a vardı; Emniyet Müdürü İbrahim Bey’e gittim; savcı için “Kural dışı bir şey yapmaz, mümkün değil.” Dedi. Savcıya gittim. Durumu anlattım. Bu konuda, Adalet Bakanlığı’ndan da şifahi emir aldığını, ama cumartesi günün tatil olduğunu, mahkeme kurulamayacağını, sonuç almanın mümkün olmadığını söyledi ve ekledi: “Ben de mahkemeyi etkileyemem!” Oysa biz, mahkemenin kararını, Atatürk gelmeden önce vermesini ve geldiğinde Seyit Rıza meselesinin kapanmış olmasını istiyorduk! Ben, bunu sağlamak için hükümet tarafından buraya gönderilmiştim! Savcı Yardımcısı, hukuktan sınıf arkadaşım. Bana, “sen valiye söyle; savcıya rapor alsın; ben senin istediklerini o zaman yaparım!” dedi. HÂKİM DE DİRETİYOR Biz, mahkemenin tatil günü işlemesini ve alınacak kararların yerine getirilmesini istiyorduk. Savcı rapor aldı; arkadaşım, savcının yerine geçti. Görüşmek için hâkimin evine gittim; hâkimle konuştuk (durumdan haberliydi). Vereceği kararı daktiloya çektirmekle meşguldü. Devir, CHP devri. Herkes çekiniyor! Hâkim bana: “Cumartesi mahkeme toplanmaz, ancak pazartesi mümkündür. Pazartesi günü mahkemeyi toplar kararı alırız, salı günü de idamları infaz ederiz!..” dedi. O dönemde, doğu bölgesinde alınan kararlar için temyiz yoktu. Sıkıyönetim Komutanı Abdullah Paşanın tasdiki temyiz demekti. Hâkime dedim ki: Ben dediğiniz gün, Atatürk geliyor. Maksat hasıl olmuyor ki . Hâkim: “Başkaca bir şey yapılamaz.” Deyip, kestirip attı! Ben sordum: Sizin saat beşten sonra davaya baktığınız olmuyor mu? Ooo… Çok oluyor, gün oluyor, dokuzlara kadar çalışıyoruz Peki, sondan beş saat ihlal ediyorsunuz da, baştan beş saat ihlal etseniz olmuyor mu?... Yani, Pazar akşamı Sahurdan sonra mahkemeyi açsanız, çünkü “pazartesi günü”, 00:00’dan sonra başlıyor. Hâkim: Elektrikler kesik, dedi. Otomobil farları ile hapishaneyi aydınlatırız; Halkevine de lüksler koyarız! Hâkim bu sefer: Eee, ya dinleyiciler… dedi. Dinleyici de buluruz! Dedim. Sordum: Kaç kişi asılacak? Onu söyleyemem dedi, savcı, 27 kişinin idamını istedi!. Ceza İnfaz Kanunu, her asılanın ayrı bir yerde asılmasını; asılanların, birbirlerini görmemesini istiyordu. Bu şartı da yerine getirmeye çalıştık. Her meydana dört sehpa kurduk! Vali, bir de Çingene cellat buldu. Gece on iki de hapishaneye gittik! Farlarla çevreyi aydınlattık. Mahkemenin 72 sanığı vardı. Sanıkları aldık, mahkemeye götürdük; Çingene de geldi; “Adam başına on lira” dedi, “peki” dedim. Mahkeme kararı açıkladı ama, sanıklar Türkçe bilmiyor. Yedi kişi ölüm cezasına çarptırılmış!.. Bazıları beraat etmiş. Kararlar okununca, Hâkim kararda “İdam” lafını kullanmadığı, yerine “ölüm cezası” dediği için kararı iyice anlayamadılar. “İdam tüne” diye bir vaveyla koptu!.. Çok sevinmişlerdi.! Biz, Seyit Rıza’yı aldık. Otomobilde benimle Polis Müdürü İbrahim’in arasında oturdu. Jip, jandarma karakolunun yanındaki meydanda durdu. Seyit Rıza, sehpaları görünce, durumu anladı: Asacaksınız! Dedi ve bana döndü. Siz, Ankara’dan beni asmak için mi geldiniz? Bakıştık! İlk defa, idam edilecek bir insan ile yüz yüze geliyordum. Bana güldü. Savcı, namaz kılıp kılmayacağını sordu. İstemedi. Son sözünü sorduk. Kırk liram ve saatim var, oğluma verirsiniz…. Dedi Bu sırada: Fındık Hafız asılıyordu. Asılırken, Seyit Rıza görmesin diye, pencerenin önünde durdum. Fındık Hafız’ın idamı bitti; Seyit Rıza’yı çıkardık. Hava soğuktu ve etrafta kimseler yoktu…. Ama Seyit Rıza, meydan insan ile doluymuş gibi, sessizliğe ve boşluğa sesleniyordu: Evladı Kerbelâyıh!... Bi hatayıh!.. Cürümdür… Zulümdür… Cinayettir, dedi ve benim tüylerim diken diken oldu! Bu yaşlı adam, rap rap yürüdü… Çingeneyi itti… İpi boynuna geçirdi… Sandalyeye ayağı ile tekmeyi vurdu… İnfazı gerçekleştirmişti! Oğlu yaşındaki bir subayı öldürecek kadar katı yürekli olan bu insanın, bu mukadder akıbetine acımak zor!.. O da nice canlara kıydı!.. Ama, gözünü kırpmadan ölüme yürüyüşünü takdir etmekten kendimi alamadım…” Dostum İhsan Sabri Çağlıyangil, olayın bundan sonrasını daha başka türlü anlatmıştı; yayımlanan hatıralarına başka türlü geçirmiş!... Bana anlattığında; İdam edilenlerin resimlerini kendisi çekmişti, kitabında, bir arkadaşının çektiğini ve kendisinin resimleri Atatürk’e götürdüğünü belirtiyor. Ben, hatasını hafifletmek için yazdırırken değiştirdiğini sanıyordum. Olayı anlatışı şöyleydi: “-Baktım, bir tarih içindeydim!... Ürperdim. Birden olayı belgelemek geçti aklımdan. Hemen koşup Macar Mustafa’nın fotoğraf makinesini aldım ve asılanların birer birer fotoğraflarını çektim. Şehrin tek fotoğrafçısını uyandırıp filmi banyo ettirdim ve ikişer kopya bastırdım. Kopyaların birini Atatürk’e verecek, “Emriniz ifa edilmiştir” diyecek; öteki kopyayı da kendime saklayacaktım. Atatürk’ü getiren tren, istasyona girdi. Trende yaveri görüp Atatürk’ü sordum: “Kahvaltısını yapıyor, haber vereyim” dedi ve biraz sonra beni vagona aldı. Atatürk, hâlâ kahvaltı masasındaydı. Gece yarısı başlayan mahkemeyi, alınan kararları, Seyit Rıza’nın son sözlerine kadar her şeyi özetledikten sonra resimleri uzattım: İşte idam edilenler!. Gazi, resimlere şöyle baktı ve bana gözlerini hışımla dikerek sordu: Kim çekti bu resimleri? Bendeniz paşam!.. Negatifler nerde? Odamda paşam!.. Başka kimsede bu kopyalardan var mı? Hayır efendim. Şimdi gidip odandan negatifleri alıp geleceksin.. Şimdi, hemen!.. Neye uğradığımı bilemeden vagondan çıktım. Koşup odamdan negatifleri alıp vagona döndüm. Haber verdiler, “gelsin” demiş, vagona girdim. Atatürk, aynı koltukta oturuyordu. Negatifleri ve kendim için ayırdığım kopyaları uzattım: “Hepsi bu kadar efendim” dedim. Gazi, negatifleri, bir bir gözden geçirdikten sonra, masada duran kahvaltı tepsisine attı ve çakmağı ile tutuşturduktan sonra, bana döndü: - Gençsin!.. İyi düşünce ile ve belki de tarihe vesika olur fikri ile bu resimleri çekmişsin!.. Düşünmemişsin ki, bu resimlerini çektiğin insanlar toplumun liderleri… “Yürüyün!” demişler, binlerce insan gözünü kırpmadan peşlerine düşüp ölüme atılmışlar!.. Çocuk!.. Bunlar bayrak adam; bunlar bayrak!.. Senin çektiğin bu resim, ellerine geçse, bu bölge yeniden isyana kıyam eder… Sen, hem ateşi söndürmüşsün, hem küller arasındaki kıvılcımlardan yeni bir ateş tutuşturmaya çalışıyorsun!.. Bu olay, kulağında küpe olsun… İnsan yaptığını bilmeli… Yorgunsundur, hadi şimdi git dinlen!...”