“Kalem olsun eli ol Kâtib-i Bedtahririn, Ki, Fesadı rakamı Surumuzu, şûr eyler. Gâh! Bir harf sukutuyla kılar “Nâdir”i “Nâr”. Gâh! Bir nokta kusuruyla “Gözü”, “Kör” eyler... İnsanı, diğer mahlukattan ayıran şey insanın bir hayvan-ı nâtık olmasıdır. Hep âmiyane olarak söylenir, “Hayvanlar koklaşarak, insanlar konuşarak anlaşırlar.” İnsan, kendisini ifade etmek ya da fikirlerini başkalarına aktarmak istediğinde, dili harekete geçer, harfler işâret sese çevrilir, kelime’ler, cümle’ler, kelâm, paragraflar, makale’ler, risâle’ler, kitap’lar, külliyat meydana gelir. Sözlü tebliğ’de ise, hitâbet, cami içinde va’az ve hutbe, meclis’lerde uzun hitabeler, tirat’lar ve nutuklar... Arap’ların çok meşhûr bir sözü vardır, “Kelâm’ın en hayırlısı, kısa ve delâletli olanıdır,” Her nâtık (her konuşan) her haldeki iyi birer kâtip değildir. Kimileri akıcı ve selîs olarak konuşurlar, fakat muhtevasında (içeriğinde) hiçbir şey ifade etmeyen, lüzumsuz, haşviyattan, manasız ve boş kelimeleri peş peşe sıralarlar. Sadetteki Arabî bir metin ise, kelime yapısından, ı’râbına, mantık silsilesine fesahat ve belâgat kurallarına uygun olarak takrir edilmezse hemen sırıtır. Meşhûrdur ki, Hicrî birinci asr’ın sonlarında, Bağdat ve Basra civarında, büyük Fakîh, Büyük Müçtehid, kendisinden sonra gelen diğer bütün imam’lara ki, gerek Hanefî Ekolü üzere ta’kip etmiş olsunlar, gerekse başka ekoller üzerine devam etmiş olsunlar, bütün imam’ların imamı, Hanefî Ekolü’nün Bânisi, Büyük İmam, İmam-ı Âzam, Ebû Halife, Numan Bin Sâbit’in şöhreti bütün cihana yayılmıştı. Bağdat ve Basra’nın taşralarından bir zât, İmam-ı Âzam Hazretlerine meydan okumuş, “İmam-ı Âzam dedikleri de kim ki? Ben ondan daha büyük bir Âlimim, kendisiyle en kısa zamanda münazara edeceğim,” demiş... Da’vet etmişler, İmam-ı Âzam’ın evinin yakınlarındaki medreseye misâfir etmişler, sıcak bir yaz günü uzak mesâfe’den geldiği için şiddetle susamış, gelir-gelmez, “Aman! Mümkünsü hemen derin kuyular’da soğutulmuş bir maşrapa su isterim,” demiş... İmam-ı Âzam, misafirine bizzat kendisi ikrâm etmek istemiş, gece’nin ayazında, süzdürülmüş, soğutulmuş, testi’den (toprak kap) maşrapa’ya suyu dökmeye başlamış, oda ne? Misâfir Büyük(!) Âlim, İmam-ı Âzam’a, “Yekfû” demiş, İmam-ı Âzam da kendisine, “Kefânî, Yekfûke” münazaracı âlim, kendisinin bir allâme olduğunu ispat zımnında, lugat patlatmış, “Yekfû, Yekfû” demiş, bunun üzerine İmam-ı Âzam da, “Be hey adam! Benim seninle uzun uzun, münazara ve münakaşa etmeye ihtiyacım yok, söylediğin tek kelime bile senin ilim vadisinin neresinde olduğunu göstermesi bakımından bana yetmiştir. “Kefâni Yekfûke”, senin ilmî dereceni ölçmek için uzun uzun araştırmaya ihtiyaç yoktur, sadece “Yekfû” demen senin ilmî dereceni göstermeye yetmiştir. Birazcık sarf-nahiv bilgisi olan, fiil çekimi, kelime yapısı, kelime yapısına etkiyi bilen birisi, elbette “Yekfû” demez, diyemez, “Yekfî,” derdi. Türkçe metinlerde de, Türk Dili’nin kurallarına, esaslarına riâyet gerekir. Filhakîka, Türk Dili, göçler, harp’ler ve diğer münasebetler dolaysıyla yakın ülkelerin dillerinden önemli ölçülerde müteessir olmuştur. Tanzimat Fermanından sonra da, idare sistemimizde Fransa idare sistemini esas aldığımızdan, Fransızca’dan da pek çok kelime dilimize geçmiştir. Günlük konuşma ve edebî dilimizi fasîh ve nezîh Arapça ve Farsça kelimeler, deyimler ve terkip’lerle zenginleştirmişiz. Son 30-40 seneden beridir, Türk Dilinde tam bir sefâlet yaşanmaktadır. Dilimizi zenginleştiren, artık Türkçe kelime’lerden daha Türkçe ba’zı Arapça ve Farsça kelimeler ve terkipler bilinmediği için ya hiç kullanılmıyor, ya da yanlış olarak kullanılıyor. Geçenlerde, Türkiye’nin en başat gazetesinde yirmi yıldan fazla, Umûmî Neşriyat Müdürlüğü- şimdilerde bunlara “Genel Yayın Yönetmeni” deniyor- yapmış ve hâlen bu gazetede Başyazarlık yapmakta olan bir zât, bir yazısında, Avam-ı Nas’tan hemen hemen, herkesin bildiği, arabî, fakat hepimizin de adı kadar Türkçe selâmı, “Es-Selamün Aleyküm” diye yazmıştı. Avam-ı Nâs bilir ki, “Selâm” ya harf-i ta’rif dediğimiz, “EL” ile, “ES-Selamü Aleyküm,” diye verilir ya da harf-i ta’rifsiz, “Selâmün Aleküm” diye verilir. Basit bir ı’rap kuralıdır ki, isim olan bir kelime’nin başına “EL” şeklinde harf-i ta’rif gelirse, en, in, ün gibi tenvin işaretleri o isme ilâve edilmez. Ancak, “EL” şeklindeki harf-i ta’rif ismin başına getirilmezse, tabiî ki, “Selâmün Aleküm” tarzında tenvinli olarak söylenir. Kelime’nin gücü dedik: “Kılıç yaralarının ilâcı belki bulunur, fakat dil yarasının ilacı yoktur.” İsimler ve lakaplar, adetâ müsemmâ’lar ve lakap takılanlar için gökten inermiş denilir. Öyle kelimeler, isimler ve lakaplar vardır ki, müsemmâ’sına öylesine yapışır, o isim, o kelime nerede ve ne zaman zikredilirse, hemen müsemmâ akla gelir. Genç yaşımda, Türk Dilinin usta’ları, Türk Dilini en iyi kullanan, şâirler, edipler yazar’lar (muharrir) ve üniversiteler’de Türk Dilini öğreten hoca’larla tanıştım. Türk Dilini en iyi kullanan, bir kuyumcu titizliği ile kelimelerle oynayan ve her bir kelimeyi, yonta yonta Kibrit-i Ahmer’e çeviren, edip, muharrir, dâvâ adamı, Sultânu’ş-Şuarâ (devrinin şâirler sultanı) Üstad Necip Fazıl Kısakürek’le 15 yıla yakın bir zaman birebir çalışma imkân ve fırsatı buldum. Türk Dili’nin en büyük hoca’larından, Ankara Üniversitesi, Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nin ilk hoca’larından, Millî Eğitim (Maarif) eski Bakan’larından, siyâset ve devlet adamı, Prof.Dr. Tahsin Banguoğlu’nu yakından tanıma fırsatı buldum. İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi hoca’larından, Prof.Dr. Mehmet Kaplan, Prof.Dr. Faruk Kadri Timurtaş, Prof.Dr. Necmeddin Hacıeminoğlu v.b. hocalarla tanıştım, sohbetlerine katıldım, çıkardığımız gazeteler için fikir ve görüşlerine müracaat ettim. Bunun için, nâcizhane, yazılarımda Türk Dilini iyi kullanmaya gayret ediyorum. Bütün konuşmalarında, dilimizi fakirleştirmişler, günlük hayattaki konuşmalarını ancak üçyüz kelimeye indirgeyenler, yakınımızdaki genç’ler dahî, “Hocam! Yazılarınızı okuyoruz, ancak anladığımızı söyleyemeyiz. Siz de bu şekilde ağdalı yazmakta ısrar ediyorsunuz, o halde bir hafta normal yazınızı, bir hafta sonra da bir hafta önceki yazınızın tercümesini koyarsanız bizler de anlamış oluruz,” diyorlar. Bendeniz bildiğimi okumaya, okutmaya devam ediyorum, edeceğim de, İnşâ Allah! Kelime’nin gücü dedik: Merhûm Üstad Necip Fazıl Kısakürek, bir şahıs için, bir sıfat takmıştı, eski ta’birle bu sıfat kastedilen zât için, “Efradını Camî, Ağyârı’na mânî” bir sıfat idi. Dünya’da başka hiçbir sıfat kastedilen zât için hiç bu kadar yapışmazdı. “AHBES”, Bilenler için, kelime’nin, sıfatın Arapça olduğunu, HE’nin noktalı He, olduğunu, ayrıca belirtmek isterim...