HÜSEYİN DAYI'NIN "MİLLETLEŞMELERİN IŞIĞINDA TÜRKLER VE ÖTEKİLER" KİTABI ÜZERİNE GÖRÜŞLER
Yrd. Doç Dr. Gamze KONA
Biz akademisyenler hem yazmayı hem de konuşmayı pek çok severiz. Bu nedenle, bu hafta kaleme aldığım yazıda Hüseyin Dayı'nın kitabını çıplak bir biçimde tanıtmaktan öte bu kitabın Türk dış politikası genelinde Türkiye'nin sıklıkla karşılaştığı kültür ve etnisite gibi sorunların özelinde benim için ne ifade ettiğini açıklamaya çalışacağım.
Türkiye sahip olduğu özel coğrafi konum ve nadir rastlanan jeopolitik özelliklerinden dolayı çeşitli ülkelerin doğrudan ya da dolaylı girişimlerine sıklıkla maruz kalmıştır ve kalmaya da devam etmektedir. Ancak mevcut coğrafya ve jeopolitik özellikler; Türkiye'nin siyasal duyarlılığını yükselten ve kırılgan hale getiren ve buna paralel olarak da strateji geliştirme ve stratejik öngörü planlama kavramlarını gerekli kılan yegane unsur değildir. Jeopolitik özelliklerin yanında Türk yetkililerin strateji geliştirme ve stratejik öngörü planlama kavramlarına sıkıca bağlanmalarını gerektiren ve Türkiye'nin güvenlik politikalarını, dış politik hedeflerini ve iç siyasetini tehditlere maruz bırakan ve en az jeopolitik özellikler kadar önem taşıyan etnik ve kültürel özellikler de bulunmaktadır. Türkiye'nin toplumsal dokusu içinde yer alan bu etnik ve kültürel özellikleri açıklayarak Türkiye'nin ulusal güvenliğinin ve güvenlik politikalarının bu etnik ve kültürel çeşitlilikten ne ölçüde etkilendiğini belirtmek yerinde olacaktır.
Azınlık kavramı kültürel, dinsel ya da etnik köken grupları için kullanılan genel bir kavramdır. Ancak, 1923 yılında imzalanan Lozan Anlaşması'nda azınlık kavramı sadece Müslüman olmayan yani Rumlar, Ermeniler, Yahudiler ve Süryaniler gibi gayrimüslimler için kullanılmış, gayrimüslimler dışında herhangi bir kültürel ya da etnik bir kesim için kullanılmamıştır. Böylece, Türkiye Cumhuriyeti sınırları kapsamında etnik kökenleri farklı olan grup ya da gruplar azınlık haklarına ve statüsüne sahip değildir, sadece Müslüman olmayanlar hukuken azınlık hakları ve statüsüne sahiptir. Yine Lozan Anlaşması'nın ikinci kısmında uyrukluk meselesi ele alınmış ve Türkiye'de yaşayan herkes Türk uyruğu olarak kabul edilmiştir. Bu Anlaşmayı takiben Türk milleti kavramı resmi olarak kullanılmaya başlanmıştır. Bu kavramın resmi olarak kullanılmaya başlanmasıyla birlikte Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan ve vatandaşlık bağı ile Türk Devleti'ne bağlı olan herkes eşit olarak kabul edilmiş ve ortak etnik köken ve kan bağı aranmaksızın Müslüman olmayanların dışında tüm insanlar Türk olarak kabul edilerek, kendilerine vatandaşlık hakkı tanınmıştır. Lozan Anlaşması'yla varılan bu hukuki düzenlemeyi tüm dünya onaylamıştır.
Ancak, 1990 yılında Danimarka'nın başkenti Kopenhag'da gerçekleştirilen AGIT (Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı) zirve toplantısını takiben yayınlanan Kopenhag Bildirisi, insan hakları alanına Kopenhag Kriterleri şeklinde adlandırılan ölçütleri getirmiştir. Bildiri'nin 30. ve 35. maddeleri arasında yer alan altı maddelik bölümü ulusal azınlıklarla ilgilidir. Bu altı maddeye göre; kişiler kendi özgür iradeleriyle ulusal azınlıklar içinde yer alabilecek ve tercihleri nedeniyle zarara uğramayacak, ana dillerini özel yaşamda özgürce kullanabilecek, hukuk kuralları çerçevesinde kendi eğitim, kültürel ve dini kuruluşlarını oluşturabilecek ve kendi ana dillerinde eğitim hakkına sahip olabileceklerdir. Kopenhag Kriterleri, ulusal azınlıkların kimliklerinin korunması, diğer vatandaşlarla eşit olarak tüm haklardan yararlanmalarının sağlanması, azınlıkların kendi dillerini gerekli olduğu yerlerde kullanmalarının temin edilmesi, azınlık mensuplarının kamuya ait yerlerde görev almalarına kısıtlama getirilmemesi gibi konularda taraf devletlere bazı görevler vermektedir. 1994 yılında Strasburg'da toplanan Avrupa Konseyi'nde de ulusal azınlıkların korunmasıyla ilgili bir sözleşme imzalanmıştır. Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Çerçeve Sözleşme adı ile bilinen bu sözleşme kapsamında taraf devletler kendi ulusal sınırları dâhilinde yaşamakta olan ulusal azınlıkların ayrı varlığını korumakla yükümlü kılınmışlardır.
Kopenhag Bildirisi ve Strasburg Sözleşmesi'yle birlikte bir ulus devletin içinde yaşayan etnik azınlıklar ulusal azınlık statüsünde kabul edilmiş, bu ulusal azınlıklara kendi varlıklarını sürdürebilmeleri için bir dizi hukuki, siyasal, dini ve kültürel haklar tanınmış ve bu hakların korunması görevi taraf devletlere verilmiştir. Avrupa Birliği'ne tam üye olarak alınmanın ön şartı olarak kabul edilen Kopenhag Kriterleri'nin Türkiye'yi direkt olarak ilgilendirmesinden dolayı 1990 yılından itibaren azınlık meselesi Türkiye'de yoğunluk kazanan bir sorun haline gelmiştir. Hem Lozan Anlaşmasının kurduğu siyasal ve hukuki modelin değişmesi hem de tek bir ulus devlet içinde farklı ulusal grupların oluşması anlamı taşıyan bu yeni ulusal azınlık kavramı Avrupa devletleri tarafından; özellikle 1990 yılından sonra Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan ve etnik açıdan farklı diğer gruplar arasında sayıca en büyük orana sahip, yoğunlukla Güneydoğu Anadolu bölgesi'nde bulunan Kürtlerle özdeşleştirilmeye başlanmıştır. Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan itibaren ilk dönemlerde çeşitli ayaklanma ve isyanlar 1980 yılının ikinci yarısından itibaren ise fiili silahlı eylemler şeklinde gelişen ayrılıkçı Kürt hareketleri Türk Devleti sınırları dâhilinde yaşayan, fakat kendi dillerini, kültürlerini ve faaliyetlerini istedikleri şekilde kullanamayan ve gerçekleştiremeyen, baskı altında tutulan bir grubun haklarını elde etme mücadelesi olarak nitelendirilmiştir. Kopenhag Kriterleri'nin tanımladığı şekildeki bir ulusal azınlık statüsüne sahip olabilecek özelliklere sahip başka gruplar üzerinde değil de özellikle Kürtler üzerinde odaklanılması doğal olarak Türkiye topraklarında yaşayan Kürtlerin kültürel, sosyal ve siyasal taleplerinin yoğunlaşmasına neden olmuştur.
Konjonktür gereğince, bazı devletler tarafından belli nedenlerle, gerektiği zamanlarda, gerektiği biçimlerde ve gerektiği boyutlarda gündeme getirilen kültürel, dinsel ya da etnik köken grupları yani azınlıklar meselesi Türkiye için ciddi bir siyasal soruna dönüşmüştür. Türk karar alıcıların Kopenhag Kriterlerinin zorlama uygulamaları karşısında Mustafa Kemal Atatürk'ün haklı deyişiyle "Osmanlı tarihinde benzeri görülmemiş bir siyasal zafer yapıtı..." olan Lozan Antlaşması'nı savunamayışı, sınırlarımız dahilinde yaşayan farklı etnik, kültürel ve dinsel özellikler taşıyan gruplara ilişkin kalıcı bir politikalarının olmaması, bu grupların dış güçlerin isteklerine paralel biçimde dile getirdikleri talepler karşısında gerekli stratejileri geliştirememesi, bu grupların gelecekte Türkiye Cumhuriyeti'ni siyasal, kültürel ve dinsel açılardan hangi boyutlarda tehdit edebileceğini öngörememesi ve bu nedenle de herhangi bir stratejik öngörü geliştirememesi gibi nedenlerden dolayı Türkiye Cumhuriyeti mevcut etnik ve kültürel çeşitlilikten ötürü güvenlik politikaları açısından son derece duyarlı bir durumdadır.
İşte bu denli duyarlı bir ortamda gazeteci-yazar Hüseyin Dayı'nın yirmi beş senelik kültürel birikiminin somut bir ifadesi olan ve sadece Türk milletleşmesinin değil, Türk kültürünün, sosyolojisinin ve kısmen Türk siyasetinin evriminin anlatıldığı bu kitap; 'Türk Milletleşmesi' ve 'Türkiye'de Milliyetçilik' gibi iki önemli ancak istismara gayet açık olan bu iki kavramın ideolojik ve taraflı olmayan bir bakış açısıyla irdelenebileceğini en şık bir biçimde göstermiştir.
Zihninize sağlık Hüseyin Dayı.
Yorumlar