Geçen hafta ani gerçekleşen bir seyahat dolayısıyla haftalık yazımı yazabilme şansını bulamamıştım. Olaylarsa hiç yoğunluğu kaybetmeden kimi, ülkemizde olduğu gibi atışmalar kimi, dış dünyada, özellikle Arap dünyasında, hızını kaybetmeden birbiri peşi sıra devam eden halk hareketleri tarzında sürüp gidiyordu… Bugün önce şu Başkanlık sisteminden ve siyasetçilerimizin konuşma adâbından söz etmek istemiştim. Fakat Arap dünyasındaki gelişmeler bir zincir halkaları tarzında devamını sürdürünce, konuda kadroları ahkâm kesicilerin artan sayısına rağmen, boynumu bükerek önceliği ona vermeğe karar verdim. Tunus’tan başlayarak Arap dünyasında, bence olması gereken, genişlemesini sürdürmekte olan halk silkinişini daha kolay anlamak bakımından bu coğrafyanın geçmiş yıllarını dikkatle irdelemek gerekir. Son günlerde adına devrim veya halk hareketi deyiniz, önemli bir değişime yol açacak görünen hareketin Tunus veya Mısır’la bağlı kalamayacağının işaretlerini algılayabilmek için Arap dünyasının 19ncu yüzyıl sonrasında yaşadıklarının dikkatle gözden geçirilmesi gerekir. Böylece sadece Arap dünyasının değil onların üzerinde oyunlar sergileyen Batı emperyalizminin bilinesi yüzünün bugüne yansıması daha belirginleşmiş olacaktır. Hatırlayınız, Tunus’ta baş gösteren olayların akabinde hemen bütün Batı dünyasında yeniden gündeme getirilen, yüzyıllardır kendileri ve çıkarları için savunduklarında şüphe olmayan, demokrasinin bu ülkede yine kendilerince kurgulanacak bir şekil içinde gerçekleşmesi esası dillendiriyordu. Yani Batının sömürü düzenine ve tabiatıyla bu yapının görünür yönlendiricisi İsrail’in çıkarlarına muhalif olmayacak bir tarz hedefleniyordu!.. Esasen Tunus’ta alevlenmiş görünen halk hareketinin ilkinin bundan 22 yıl önce Cezayir’de FİS hareketiyle başladığı ve fakat Batının çıkarlarının zarar uğrayacağı hesaplandığından seküler düşüncede en kolay kullanılacak kurum, Ordu, vasıtasıyla kanlı bir şekilde yok edildiğini hatırlamak gerekir. Ayrıca belirtilmelidir ki, Batı, Dünya Savaşları sonrasında Genç ve Gelişmekte Olan Ülkelerde önce askeri işgalde sonra da sosyo-kültürel işgalde hedeflerine uygun tarzdaki uygulayıcılarını o ülkelerin kendi aydınlarından seçmekte büyük bir maharete sahiptir. Böylesi bir zeminse çoğu defa Ordu mensuplarının da içinde bulunduğu bürokrasi ve de totaliter yapının idaresine sahiplenecek olan “seçilmiş(!) diktatörler” eliyle sağlanılacaktır. Eğer karşılıklı sömürü çıkarlarına daha bir uygunu bulunursa darbeler desteklenir, İsrail destekli olmak kaydıyla, diktatörlere on yıllar boyu ülkeyi birlikte sömürme mesajları verilmekten de kaçınılmaz!.. Konuda 2nci Dünya Savaşı sonrasında Bağımsızlık kılıfı sunulan Fas’tan Suudi Arabistan’a uzanan coğrafyadaki devletlere şöyle bir bakmak yeterlidir. Bu tip ülkelerde gözlenecek olan halklarına yabancılaşmış aydınlarla bütünleşen diktatörlerin bağlı olarak idarecilerinin, yerlerine zaman zaman ikâme edilen yenileri olsa da, Batılı dünyanın çıkarlarıyla birlikte, uzun vade de, hiçbir zaman kayba uğramadığıdır. Adı Burgiba’dır veya Zeynel Abidin yahut Saddam, Mübarek, Faysal, Buteflika… Kısaca adı neyse çok şey fark etmemektedir. Öncelikle totaliter rejimin yapısındaki liderin sonra da etraftaki seçkinlerin yurt içinde ve dışında kasaları dolarken, Batı bir punda getirip o ülke üzerindeki oyunun hem mimarı hem de soyguncusu olarak şekillenmeyi bir şekilde kendi lehine kullanmıştır… En katı Arap milliyetçisi görünen Nasır bile bir yerlere dayanmak ihtiyacını duymuş ve ülkesini o günlerin Sovyetlerinin kucağına atarak Arap dünyasının İsrail karşısındaki en büyük utancını yaşamasına sebep olmuştur. Sonrası ise çark etmeler ve Enver Sedat’in iktidarıdır!.. Mısır ile İsrail arasında yaptırılan barış anlaşmasında sahip çıkılması gereken Filistinli Arap kardeşler değil, Batının öngördüğüdür!.. Arap dünyasının süregelen perişanlığının ibret verici temel olgusu, bütün dünyayı şekillendirebilecek doğal kaynaklara sahip olmalarına rağmen, küçük bir idareci ve aydınlar azınlığı ile kısır döngülü çıkarlara râm olunmak ve halktan giderek uzaklaşmaktır. İlk örnek olmadıkları bilinen Mısır’ın ve Tunus’un gittikçe yoksullaşan halklarına rağmen yurt dışında trilyonları bulan servetleriyle Mübarek ve de Z. Abidin’in “varlıklarından bihaber(!)” Batının bu ülkeler idarecilerine son günlere kadar övgüler düzdükleri herhalde hatırlanmalıdır. Herhalde sömürgeciliğin artık eski uygulamalarından çoktan vazgeçtiği, yerine yeni metodlar ürettiği bilinmelidir. Eski ve yeni yöntemin en kolay uygulama yolu ise halkına yabancılaşmış aydınlardan istifade etmektir. Hele bunlar başkaca ideolojiler giderek güç kaybettiğinden bir de Batı kıvamında sekülerleştirilmişlerse kullanılırlıkları daha da kolaylaşmaktadır! Ordu mensuplarına gelince, üstelik kaynak bağımlılığı açısından, yapıya en uygun olanıdır. Tabiatıyla burada iktisadî gücün siyasî güçle paylaşımı önemli rolü bulunmaktadır. Cezayir’de 1990’lı yıllarda yaşananları ve seçim kazanan FİS hareketinin ordu tarafından kanlı bir şekilde bertaraf edilmesini göz ardı etmeden Burgiba ile lâik çizgiye oturtulan ve Batı dünyasınca övgülere mazhar olan Tunus’un ve ordusunun son temsilcisinin Z. Abidin olmasına şaşmamak gerekir… Tıpkı Mısır’da Nasır, Enver Sedat ve Mübarek çizgisinde olduğu gibi… Sayıları çoğaltmaksa mümkündür… Dikkatle üzerinde durulması gereken bir başka önemli nokta ise, Batını son halk hareketleri karşısında şaşkınlıkla ve belki de ilk defa plânlayamadıkları bir gerçekle yüzleşmekte olduklarıdır. Bu yüzden Fransız Dış İşleri Bakanı bayan M. Marie’nin ibret alınacak gafları ile Obama’nın bir ileri bir geri adım atarak sürdürdüğü kararsızlık herhalde çok şey söylemektedir!.. Bu süreçte olaylar daha Mısır’a sıçramadan Batılı mercilerin hemen “acaba Müslüman Kardeşler bu işin neresinde?” sorusunu ortaya atıp etrafında örgüler kurmaya ve bir öcü yaratmaya başladıklarına dikkat etmek gerekir. Demek istedikleri açıktır. Müslüman Kardeşler veya Hamas adı ne olursa olsun, herhangi İslâmî temelden hareket eder görünen bir örgüt derhal Batının damgası ile malûl kılınmalıdır! Üstelik nasıl olsa içeriden, Mübarek benzeri işbirlikçi bulmak hiç de zor değildir!.. Fakat bu arada bizlere biraz garip gelecek olsa da, ABD tarafından temin edilen silah gücü ve yardımlarla ayakta duran ve iktidara bağlı olması düşünülen Mısır Ordusu halk hareketi karşısında, hiç değilse şimdilik, hemen tamamen tarafsız hareket etmiş, silahlı darbe arayışı içinde olmamıştır. Böylece Mısır ordusu, son yıllara kadar darbelerle meşgul olma eğilimi taşıyan bizim ordumuza bile, ne acıdır, örnek teşkil edecek bir tavır sergilemiştir. Sanırım bu davranışta Mısır ordusunun kendisine mahsus, daha çok iktisadî hayattaki halkla iç içe görüntü veren yapısı önemli rol oynamıştır. Umulur feshedilen parlamentonun yetkilerinin ve yürütme erkinin ele alınmasıyla doğan iktidar gücü ordu mensuplarına tatlı gelmez ve vaad edilen seçimler sonrasında askerler tamamen siyaset sahnesinden çekilirler… Bir başka ümid de, Arap dünyasının Tunus’tan çakan kıvılcımla kendilerine gelerek halkın varlık içinde yokluk sarmalından kurtulması ve daha demokrat bir zemine kavuşmasıdır. Olur mu? Neden olmasın! Tabiatıyla bunun kolay bir geçiş süreci olmayacağının da altını çizmek gerekir. Zira bu ülkelerin hemen tamamı uzun denilecek yıllar boyunca devlet geleneğinden yoksun bir şekilde tam anlamıyla ve her yönüyle Batı emperyalizminin tutsağı olmuşlardır. Bu ülkeler için demokrasiye geçiş sürecinin hiçte kolay olmadığı açıktır ama halkın direncinin biraz zamana sığınarak bunu sağlayacağını da ummak gerekir..