Türkiye’yi rahat ettirirler mi? Şüphesiz böyle bir soruyu gündeme getirdiğimizde birileri, işte yine “Türk’e Türk’ten başka dost yoktur” demenin güzergâhını yapıyorlar diyeceklerdir. Hayır, kâtiyetle böyle düşünmüyorum. Çünkü dost da, düşman da aramızda! Ama bu arada “insan insanın kurdudur ve birilerinin başarılı olması başkalarının en azından kıskançlığına vesile olur” diye düşünmekten de kendimi alamıyorum. Hele asırlara dayanan bir çekememezlik varsa ve büyük görüntü içerisinde “Kralınız” Osmanlı Sultanları karşısında Sadrazamlar mertebesinde görülmüşse(!) bunun acısı hâlâ devem ediyor olabilir… Kısaca önceleri Batılıların çok kolay tahammül edemediği Osmanlı İmparatorluğu vardı, şimdilerde ise dünya devletleri arasında giderek saygınlık kazanan bir Türkiye… Bu noktada bir Batılıdan duyduğum “Viyana önlerinde ne işleriniz vardı?” tekerlemesini hatırlıyorum. İşte bazıları hâlâ o noktadalar. Dünle bugünü karıştırarak kendi kinlerine mehazlar hazırlamak!..
Dostluk mu? Ülkeler arasında dostluk kelimesini kullanmak herhalde diplomatik bir dil olmaktan öteye gitmemiştir. Ülkeler arasındaki dostluk söylemleri ve gösterilerinin(!) ötesinde esas itibariyle birbirleriyle çıkar ilişkileri vardır. Sanırım son örneğin Suriye olduğunu zikretmek herhalde yanıltıcı değildir. Halklardan, topluluklardan bahsetmiyorum. Doğrudan meseleyi yönetenler ve siyasetçiler yönünden değerlendirmeğe çalışıyorum. Kısaca diplomatik ilişkilerden söz ediyorum. Yoksa toplulukların, halkların, insanların aralarında şu veya bu şekilde dostluk bağlarına uzanan çizgilerin bulunduğu bir vakıadır. Meselâ bizzat şahit olduğum Fas, Suriye, Cezayir veya herhangi bir ülkedeki mahalli halkın Osmanlı’dan, Türkiye’den veya Türk insanından hareketle sizlere gösterdikleri dostluğu bazen anlamanın bile güç olduğu zamanlar çok olmuştur. Fakat yine aynı ülkelerdeki bürokratlarının ipi geren hatta tahammül hudutlarını zorlayan davranışlarına şahit olunması da bir başka gerçektir. Fakat bu davranışların halkı temsil etmediği, devletler arasındaki ilişkilerin hatta sadece o sıralarda iktidarda bulunanların anlayışlarından kaynaklandığını düşünmek pek âlâ mümkündür.
Bütün bunlar neden aklıma geldi? Şu Fransız züppesinin çıkarına bağlı davranış biçimini gözleyince atalarımızın bir zamanlar medeniyet arayışına, bu ülkeden hareketle başlamalarını düşündüm de, üzüntü duydum o yüzden! Fransa’ya hayranlık duyarak başladığımız batılı medeniyet arayışının ülkemizin iki yakasını bir araya getirdiğini söylemekse sanırım fazlaca bir iyimserlik olur. Çünkü hâlâ aydınlarımızla(!) halkın uzlaşamadığı noktaların başında, halkımıza giydirilmeğe çalışılan Fransa başlangıçlı “tependen inmeci” jakobeniniz gelmektedir. Hele buna bir de yıllar boyu süren hariciyecilerimizin monşerliğine bağlı Fransa hayranlığını eklediniz mi, işte o zaman dünden bugüne karşılaşılan gerçeklerin ağırlığı artıverir. Üstelik, çirkin siyasetini iç politikasına âlet etmeğe kalkan bay Sarkozy gibilerini gözlediğinizde, bir zamanlar Cezayir’in bağımsızlığına karşı Fransa lehine oy kullandığımızı düşünmekse ancak insana ürperti verir. Tıpkı yine marifetmiş gibi İsrail Devleti’nin kuruluşunu ilk tanıyan ülkelerden biri olmamız gibi! Sanırım bizim hariciyemiz “itidâl” diye bir kelime olduğunu çok sonraları öğrenmeye başladı. Şurası acıdır ki, istisnalar dışında, hariciyemizin protokoller ziyaretlerin ötesinde, temsil ettiği ülkesinin doğru temsili için bulundukları yörenin sosyo-kültürel yapısıyla bağlantı kurmak ihtiyacını duymaya başlamaları 1980’li yılları bulacaktır…
Gelelim tekrar Fransa’ya. Hani atalarımızın “bari dinime küfreden Müslüman olsa!” sözünden yola çıkarak ister istemez insan “bari tarihleri temiz olsa” diye düşünmekten kendini alamıyor! Ancak unutmadığımız şey, insanların olduğu kadar devletlerin hafızalarının da, -ki devletler arası ilişkilerde özellikle kullanılan bir uygulamadır-, nisyan ile malûl olduğudur. Şöyle bir Fransa tarihinin sayfaları karıştırıldığında bırakınız 15nci ve 16nci yüzyıllardan itibaren kendi topraklarında yaptıkları katli, insan kıyımlarını, 1946’lardan başlayarak neredeyse 10 yıl boyunca Vietnam’da yaptıklarını hatırlamak bile, bir ülkenin yöneticilerinin başkalarının soykırımından bahsedebilmesi için herhalde hicâp damarının çatlamış olması gerekir. Bir adım ötesini gözlediğinizde Fransa’nın Afrika’daki zulümlerle dolu sömürgeciliğinin, Cezayir’de baş gösteren başkaldırısı karşısında sürdürdüğü katliamlara, sürgünlere acaba hangi ad konulabilir? Katliam mı yoksa soykırım mı!.. Peki ya başkaları? Afrika’nın neresinden söz etmeye başlasak? Afrika’daki Fransız sömürgeciliğini gözlediğinizde bu ülkenin insanî değerleri hangi ölçülerle sürdürdüğünün farklı delillerini bulmak mümkündür. Buralarda yaşananlar gerçekte soykırımdan ötedir… Dilerseniz bugün her biri birer bağımsız devlet olanlarda yapılanlara yani katliamlara, sürgünlere, esir ticaretlerine değil de sadece dünün Fransız sömürgelerini şöyle bir sayalım. Benin, Burkine Faso, Fildişi Sahili, Gabon, Kamerun, Kongo, Madagaskar, Mali, Moritanya, Nijer, Senegal, Togo, Çad ve Orta Afrika Cumhuriyeti. Tam 14 devlet. Bugün Amerika’da ve Avrupa’da bulunan siyah derililerin nasıl ve kimler tarafından buralara taşındığının Fransız tarihiyle ilişkisi olmadığını bay Sarkozy ve hempaları söyleyebilirler mi? Yukarıda saydığımız devletler arasında dikkat ediniz Kuzey Afrika’daki Cezayir ve Fas yoktur. Birinci Dünya Savaşı sonrasında Fransa’nın işgal ettiği ve dominyon kılıfını giydirdiği Suriye de yoktur. Şimdi sorumuza gelelim. İnsanlık ve medeniyet savunucusu görüntüsü veren Fransa’nın(!) Asya’da, Ortadoğu’da, Afrika’nın göbeğinde ne işi vardı? Bir başka soru daha. İnsanları yok ederken o ülkelerin halklarına sosyal emperyalizmle ne götürdüler? Fransız devlet adamlarına(!) sormamız gerekense, başkalarına medeniyet ve insanlık dersi vermeye kalkarken hiç tarihinizle yüzleşmek aklınıza gelmiyor mu? Bütün bu sualleri boşuna sorduğumu biliyorum. Şurası muhakkak ki, hiçbir devletin tarih sayfaları pırıl pırıl değildir. Ama birilerine hesap sormaya kalktığınızda önce dönüp kendi tarihinize bakmanız ve sonra da varsa (!) başınızı elleriniz arasına alıp yarını iyi hesaplamanız gerekir. Kısaca bilinmelidir ki tarihle yüzleşme dersi vermeğe kalkanların önce kendi tarihleriyle yüzleşmeleri gerekir ve de çıkara bağlı davranışlar “bumerang” gibi döner sizi de çarpar. Ayrıca bizlerin bilmesi gerekense Hıristiyan-Batı kültürünün inandığı hemen tek gerçek parayla ölçülen çıkarlardır. Bunun için ülkemiz tarafından alınacak tedbirlerin, başında, muhakkak ki Fransız iktisadî hayatına vurulacak darbe gelmelidir. İşte o zaman bakınız “kelbî” yaltaklanmaların nereye varacaktır. Zaten Fransız dış işleri bakanı da, Türkiye’nin ticarî meselelerde gereken anlayışı göstereceğini söylemek ihtiyacını duymuştur!
Belki şaşırıcı olmuştur ama ülkemizde “şike kanunu” sonrasında iktidarla muhalefet Fransa’ya tepkide de uzlaşmışlardır. Teşekkür etmemiz gerekir. Ama bir istisnası ile… Fransa karşısında içimizden birileri, BDP, iç yüzünü ortaya çıkaran tavrını sergilemiştir. Bence, samimiyetlerini ve de birlikte yaşama şuuru anlayışında nerelerde olduklarını gözlememize vesile olmaları bakımından da faydalı olmuştur. Hele konu Ermeni meselesi ise ve birileri “tehcir” sırasında Güney Doğu bölgesinden geçerken Ermenilere hangi eşkıyaların saldırdıkları sorulduğunda, söyleneceklerin fazlaca içi açıcı olmayacağı muhakkaksa!..