Devletin temel görevleri arasında şüphesiz geleceğin nesillerini, ailelerinden başlayarak çevrelerine ve ülkelerine en faydalı şekilde yetiştirilmesi bulunmaktadır. Millî sıfatının da verildiği Bakanlığın böyle bir amacı hedeflemiş olması gerekir. Öyle midir? Herhalde öğrencilerden başlayarak öğretmenlere ve ailelere sorulacak böylesi bir sorunun cevabının hiçte olumlu olmayacağını söylemek, sanırım kehanet değildir! Bir zamanlar içinde öğrenci, daha sonraları öğretmen ve veli olarak yer aldığım MEB konusunda, işin gerçeği, özellikle veli ve öğretmen olarak bulunduğum süreçteki tespitlerimin “acıklı” olduğunu söylemem üzücüdür. Ama ne yazık ki gerçektir.
Geçtiğimiz günlerde, kamuoyunun ne kadar dikkatini çektiğini bilemediğim, çocuklarımızın İngilizce öğrenimindeki seviyesini vurgulayan bir anket gündeme gelmişti. Bazı TV kanalları da bu fırsatı(!) değerlendirerek öğrencilerin konudaki bilgisizliklerini, sanki dün farklıymış gibi, trajikomik bir tarzda gündeme taşımışlardı. MEB’in yıllardan beri önce kendini, sonra da öğrenci ve velileri aldatmakta olduğu “yabancı dil öğretimi” konusunda, orta öğretimde öğretmenlik yaptığım süreçte ben de görev yaptım. O yıllarda, yanlış hatırımda kalmadıysa Orta Öğretimde, 2-3 saat olan yabancı dil derslerinde ağırlıklı olarak Fransızca/İngilizce, bazı okullarda da, Almanca verilirdi. Bu derslerde, MEB tarafından hazırlanmış bir kitaptan yabancı lisan öğretmemiz istenirdi! Ben, daha ilk dersimde “bu tedrisat sistemi ile lisan öğretilemeyeceğini, yabancı dil öğrenmenin metodları üzerinde duracağımı, kelime hazinelerine yardımcı olacağımı, telaffuz ile gramer kurallarını öğreteceğimi” söyleyerek öğretimime başlardım. Ayrıca kendilerine kelime hazinelerini geliştirmek üzere, seviyelerine göre, Almanca kitaplar tavsiye eder ve benimle her an irtibatta olabileceklerini dile getirirdim. Öğrencilerime söylediğim bir başka şeyse, o sıralarda verilen 10 üzerinden, eğer uygulama içinde bana yardımcı olurlarsa, not tabalarının 5 olduğu idi.
Yukarıda bahsettiğim tatbikattan hareketle söylemek istediğim, eğitim sistemimizde zorunlu derslerden biri olan “yabancı dil öğretimi” sadece bir “yaptım oldu” dan ibaret bulunduğudur!.. Herhalde takdir edilecektir ki yabancı dil öğretimi, başkaca derslerin ağırlığını da düşünülecek olursa, haftada üç saatle ve eğitimimizdeki bilenen uygulamalar içinde öğretilemez. Kısaca eğitim sistemimizdeki “yabancı dil öğretme aldatmacası” sadece İngilizce için değil bütün yabancı diller için geçerlidir. Sistem içerisinde, buna rağmen, yabancı bir dili iyice öğrenenler çıkmadı mı? Tabii ki olmuştur ama onlar istisnadırlar ve özel çaba içinde olanlardır… O halde eğer çocuklarımıza gerçekten yabancı dil öğretmek istiyorsak, kanaatime göre, bunun zorunlu dersler dışına çıkarılması, katılımcı öğrencilerin dağıtılarak sayılarının sınırlandırılması ve ya hemen her gün veya haftanın belli günlerinde yoğunlaştırılmış kurslara dönüştürülmesinin gerektiğidir.
Kendimizi aldatmaktan ibaret olan bugünkü yabancı dil öğretimi konusu, bende Türkçemize bağlı olarak, MEB’in “Fatih Projesini” aklıma getirdi. Konuda, teknolojik gelişmişliğe sahiplenmenin gururu bakımından fazlaca bir şey söylememiz zor. Ancak beni, Türkçemizin son yıllarda giderek daha kötü ve daha kötü kullanım örneklerinin çoğalmağa başladığı bir zeminde bu “tabletlerin” küçük öğrencilerimizi, öncelikle kendi dillerinden uzaklaştıracağı ve onu daha kötü kullanmaya sevk edilecekleri endişesine sürükledi!.. Türkiye’mizde bilinen gerçeklerden biri, okumanın, özellikle kitap okumanın her gün daha azalarak devam ettiği ve bu yüzden de Türkçeyi sınırlı sayıda kelimeyle kullananların sayısının arttığı, çoğunun da kötü bir telaffuz içinde olduğudur. Bunun teyidi için haber programlarından başlayarak çeşitli oturumlarda konuşan anlı şanlı akademisyenlerin Türkçelerine, yahut yaaavlı, ıııııh’lı konuşmalarla dolu programlara veya her ortamda bağıra çağıra telefon görüşmesi yapan, yüksek sesle konuşanların Türkçelerindeki ifade bozukluklarına bakmamız kâfidir. Bu noktada içimi sızlatan ve bir türlü de hazmedemediğim, yedisinden yetmişine, konuşmalardaki okey’lerden, by-by’lardan hiç söz etmek bile istemiyorum… Ama neredeyse ilkokul başlangıcındaki çocuklarımızın eline verilen cep telefonu ve benzeri teknolojik âletlerle Türkçemizdeki sesli harfleri yok ederek yaptıkları yazışmalar, herhalde Türkçemizin geleceği açısından ayrı bir konu başlığı olarak ele alınmalıdır!. Bu düşünceler içerisinde MEB de başlatılan ve öğretmen yerine bütün derslerinin verileceği “tabletler” konusunu duyduğumda, ders kitaplarının devreden çıkması dışında, ilk aklıma gelen MEB’nın, zaten ağırlıklı olarak sürdürdüğü baskıcı “öğreten(!)” vasfının daha da ağırlık taşıyacağı ve “eğitmek” unsurunun tamamen yok olacağı idi.  
Ayrıca dilin temel vasıflarından biri “yazmak” konusunu düşündüm. Gramer, imlâ ve yazı dersleri çoktan çöpe atıldığından, sanırım bundan sonra “tabletlerden yetişen nesillerimiz” yazı yazarken, Türkçe’nin en basit kurallarını dahi bilmeden halen var olan “yarı cahil aydınlara” katılan yeni zümreler meydana getireceklerdir!. Teknolojik gelişmeden uzak kalınamaz!.. Evet ben de ondan söz ediyorum. Tabiatıyla teknolojik gelişmelerden uzak kalınamaz. Ama bunun belli bir yaş ve de öğretim değil “eğitim dönemi” sonrasıyla, bütünleştirilmesi daha doğru olmaz mıydı? Gelecekleri, tabletlere mahkûm olmuş, okuyup yazmayan, araştırma, irdeleme ve sorma düşüncesinden kopmuş, internette bulduğu her şeyi birebir aktaran ve bunu sorgulama ihtiyacını bile duymayan “ilim değil” bilim adamı kisvesi giyenlerin yol göstericiliğinde ortaya çıkan bir topluluktan söz ediyorum!
Nedense, “teknolojiye sahiplendiriyoruz” iddiasındaki bu tablet uygulaması bana George Orwell’in “1984” adlı kitabını hatırlattı. Bu kitabı, o yıllarda, insanları güdülenler haline sokan totaliter sistemlerin trajedisini vurgulayan bir eser olarak değerlendirmiştim. Eğer bugünleri görebilmem mümkün olsaydı, bu kitabın bazı teknolojik gelişmelerle, gençleri daha kısa yoldan “güdülenlere” dönüştürebileceğinin işaretlerini verdiğini de düşünebilirdim. Hatta, bir adım ileri giderek eserde bir grup elitin “demokrasi” adı altında teknolojiden yararlanarak güdümlü topluluklara sahiplenebilmelerinin işaretleri dahi bulunabilirdi!
Bir başka noktadan bakıldığında, bugüne kadar dershanelere teslim edilmiş ve çeşitli sınavlarda uygulanan “şartlı refleks” kurallarıyla bir üst öğretime geçiş süreci yaşatılan çocuklarımızın, gelecekte, belli merkezlerden sunulan “tablet bilgilerinin” konu mankeni hüviyeti iktisap etmiş olacaklarından bile söz edilebilir!.. Bir arayış, irdeleme talebi ortaya çıktığında, kolaycı yoldan internet ve benzeri iletişim araçlarının “haplarından” yararlanılması korkarım tek gösterge haline gelmiştir ve giderek de artacaktır! Bu durumda Türkçesi sorunlu akademisyenler, bilim(!) adamları ve yanlarında, zaten böyle bir dertle yetişmemiş topluluk, gündemde olacaktır. Acaba istenen de bu mudur? G-10’lar arasına girme mücadelesi veren Türkiye’yi şöyle bir düşününüz! Şartlı refleks anlayışıyla bir üst okullara yöneltilen ve burada da sadece teknolojinin verdikleriyle yetinen, irdelemeyen, analiz etmeyen ve düşünmeyen bir topluluk!
Bütün bunları “acaba yanlış mı değerlendiriyorum” diye düşünürken Millî Eğitim Bakanlığı ifadesi içinde iki kelimeye takıldım. Kelimelerden biri “millî” idi. Şimdi artık yerine, kötüleyici anlamda olmak itibariyle, ulusal kullanılıyor!.. Yani, milliden çoktan vaz geçildi. Bunu biliyoruz. Peki eğitim! Eğitmen bir makine olabilir mi? Yoksa, eğitmen örnek alınan bir kişilik veya bir kimlik midir? Öğrenenin tesiri altında kaldığı, etkilendiği, görerek öğrendiği ve gelişmesinin temeli yaptığı şahsiyetler makineler ve teknoloji midir? Kendi açımdan, şöyle bir hatırlamağa çalıştım. Aileden öğretmene ve dostlara uzanan çizgiyi gördüm! Buradan tablet uygulaması ile, bir mânâda, öğretmenin eğitici kimliğinin yoklar hanesine yazılacağını hissettim. Çünkü makine ile yok edilenlerin başında “mânâya uzanan ruhun varlığı” geliyordu. 9-10 yaşlarında çocuklarımızın ellerine tutuşturulan “tabletlerin” birer teknolojik gelişmişlik övüncü oldukları muhakkaktı ama!.. Okumayan ve özellikle yaz(a)mayan bir topluluğun başkalarınca nasıl kullanılabileceğini düşünmekten de kendimi alamadım!… Sonra da yeni getirilmeğe çalışılan 4+4+4 sistemi ile “öğrenmeyi öğretecek” bir uygulamaya girilebilir mi diye düşündüm!..