MEB Komisyonunda 6 gün süren yeni eğitim reformu konusundaki çalışmaları(!), - tasarıdan söz etmiyorum-, halktan birileri olarak, nasıl değerlendirmeliyim diye çok düşündüm. Verdiğim karar, ibret alınması gereken bir seviye fıkdanı, idi. Tek taraflı değil, iktidarı ve muhalefeti ile iki taraflı olarak uzlaşı kültüründen bu kadar uzak davranış biçiminin, 1946 yılından beri “demokrasi anlayışında” kaç arpa boyu yol aldığımızın göstergesi oluşuysa içime oturan bir acıydı! Kamuoyunun gözü ününe sergilenenlere, insanın yetiştirilmesindeki temel yapı olan eğitim politikaları açısından bakıldığında ortaya konulanla iftihar etmek herhalde mümkün değildi! Kısaca adına millî vasfını da eklediğimiz eğitimimizin komisyonunda yaşananları seyrederken içime od düştü. Cumhuriyetimizin yüzüncü yılına gelirken nereden nereye gelmişiz? Eğitimimiz nasıl aydınlar yetiştirmiş? O halde soralım… Eğitim niçin yapılır ve birinci hedefi nedir?
Soruya verilecek cevabı, kendimce, “insanları, nesilleri insanî değerlere sahip kılarak geleceğe hazırlamak için” diye özetlemeye çalıştım. Eğer böyle ise, eğitim, önceliği şüphesiz kişinin yaşadığı topluluk olmak üzere, bütün bir insanlığı hedefleyen bir uygulama alanı olarak ele alınacaktır. Bu durumda hedef kitle, eğitilen kişiden başlayarak toplumu yönlendirecek olan ülkenin aydınlarını kapsayan yönetici kadrolarıdır. O halde demokrasilerde, ülke halkını temsilen Meclise taşınanların, belli bir seviyeye sahip elitler olmaları toplumun beklediği tabii bir hak hüviyeti taşıyacaktır.
İşte bu noktada, daha önceleri başka şekillerde yaşanmış olsa, geçen Pazar günü MEB Komisyon toplantısı sırasında gerçekleşenleri seyrederken “vah geldi başımıza” demekten kendimi alamayacaktım. Oradaki Milletvekilleri(!) fikir üreten, uzlaşma arayan değil “baskın basanındır” mantığının güruhu görüntüsünü sergiliyorlardı. Onlara sokaktaki adamlar bile demeğe dilim varmadı. Bu başka bir şeydi!.. Birinin değil, iki tarafın da davranışlarının sergilenişi karşısında dilimden dökülen bir başka ifade ise “edep yahu sizler örnek kimliklerisiniz!” idi…
Bütün bu olayların yaşanmamışlığı olsaydı, “eğitim reformu” adı altında sunulanın, konuda kaçıncı “reform tutkusu” olduğunu sorgulamak isterdim. Sahi nasıl bir topluluk haline geldik ki, atılan her hangi adımı bile hemen “reform tutkusu” ile bütünleştirerek kamuoyunu, çok yönlü, sarsmayı tercih ediyoruz!.. Bu bir tutku mu, yoksa küçüklük kompleksi midir? Dünün 28 Şubatçılarının İmam Hatiplilere duydukları takıntıdan kaynaklanan 8 yıllık kesintisiz eğitim reformu bu defa öyle anlaşılıyor ki 4+4+4 ile kendine yeni bir reform kılıfına bürünmüş durumda! 28 Şubatçıların takıntısını tasvip etmek mümkün değil. Ama bugün sunulanın da doğruluğu hakkında, tam bir kanaate ulaştığımı söyleyemem. Zira, bu kargaşayı bir tarafa koyarak, meselenin uzmanlarınca ciddi bir hazırlıkla ortaya konduğunun, sonrasında da Meclis’te âkil adamlarca, -ki komisyonların varlığını böyle değerlendirmemiz gerekir-, yine ciddi bir şekilde tartışılarak ele alındığını görmemiz gerekirdi. Hele hele eğitim gibi çok yönlü uzmanlık alanı gerektiren bir meselede eğitimcisinden psikoloğuna, sosyoloğuna ve STKL’lara uzanan bir çalışmanın yapılmış olması gerekirdi. Oysa bildiğimiz kadarıyla, tasarı MEB tarafından bile hazırlanmamış ve AKP grubu tarafından Meclis’e sunulmuştur. Tasarının Meclis’e sunuluşu hususunda Bakan beyi söylediklerine kulak verecek olursak, “tasarı her ne kadar grupça verilse de bunu biz, MEB yetkilileri, de hazırlananı doğru bulmaktayız, aksi olsa başta ben karşı çıkardım” ifadeleri şüphesiz doğrudur. Fakat konu “eğitim” olduğunda, hiç değilse, en hafif tabiriyle şık değildir!
Seyrin doğru olmaması kadar muhalefetin meseleye yaklaşımdaki çarpıklık, ayrı bir konu başlığı taşıyacak kadar, önemlidir. Daha ilk adımdan itibaren olayı germek, bunu ideolojik bir zemine çekerek kavga ortamını hazırlamak, doğrusu özellikle CHP mantığının dünden bugüne bir türlü farklılaşmadığının göstergesidir. Türkiye, 1950’den itibaren, bu muhalefet kafa yapısıyla olayları hep “siyah veya beyaz” saplantısında sürdürmek mecburiyetinde kalmıştır. Arada hemen hiç gri yoktur! Tehdit, tahrik ve kavgalar Türkiye’yi 27 Mayıs 1960’a getiren adımlardır. Aslında istenen de büyük ihtimalle buydu ve galiba da budur! Fakat İttihatçılardan kalan bu kafa yapısının, kimseye özellikle halka, hiçbir faydasının olmadığını bir türlü idrak edemeyen ana muhalefet partimiz, darbeler sonrası hariç, “normal seçimlerde” bir türlü iktidara gelememektedir! Hele bir CHP’li Milletvekilinin “kan çıkacak” ifadelerini tamamlayan ve bir diğerinin toplantı sırasında Komisyon Başkanına attığı birkaç yüz gr.’lık “bant tankı” var ki bunlar insanın nutkunun tutulmasına yeterlidir! Sizler garip gelebilir ama bütün bunlar bana, nedense, 1950’li yıllarda CHP genel başkanı İnönü’ye atıldığı iddiası ile koparılan kıyametin Yassıada Mahkemelerine taşınışını ve fakat olayın düzmece yahut da organize bir provokasyon olmaktan ileri gitmediği günleri hatırlattı. Olayların Komisyondaki kavgalarla sonuçlanmayacağını CHP’liler beyan etmeğe devam ederlerken, Genel Başkanın konuşmalarındaki üslûba “alçakça” kelimesini de sıkıştırması seviyenin nerelere indiğini göstermesi bakımından önemli olmalıdır. Bakalım Meclis’te daha nelere şahit olacağız!..
Bütün bu patırtılar arasında ulaşmağa çalıştığın nokta ise, getirilmek istenilen yeni eğitim uygulamalarının bir tarafın dediği gibi kapkara veya diğer tarafın dediği gibi Türkiye’deki eğitim sistemini çağa ve de sosyo-kültürel yapımıza uygun hale getirecek bir çözüm ihtiva edip etmediği idi… Böyle bir soruyu sormaksa sanırım, böylesi bir ortamda, galiba abesle iştigal! Zira taraflar kendi saplantılarını savaş mahalline taşımış ve kendirlerinkinden başka doğru olabileceğini görmek niyetinde görülmüyorlar. Oysa biliniyor ki 28 Şubatta gündeme getirilen “eğitim uygulamalarının” tek hedefinin İmam Hatiplerdi. Peki, yeni düzenlemedeki tek hedef söylendiği gibi sadece yeniden İmam Hatip meselesini çözmek midir? Yoksa bununla birlikte gelecek nesillerin maddî geleceklerini müemmen kılacak meslek öğretimi yanında, sosyo-kültürel yapıda da kâmil olma vasfına taşıyacak donanımla mücehhez kılınmaları mı hedeflenmektedir? Bu soruyu sorarken meslek eğitiminde Özal’ın Başbakanlığı döneminde atılmış “hem okulda, hem işyerinde eğitim” tarzındaki çok önemli ve netice alınmış bir adımın neden ortadan kaldırıldığı düşündüm. Arkasından da bunun bugünlerde hiç gündeme getirilmemesini de “reform tutkumuza” bağlamak ihtiyacını duydum.
Gözden geçirebildiğim kadarıyla yeni tasarının, olumlu bulduğum noktaları yanında dikkatimi çeken ve asıl üzerinde durulması gereken en zayıf halkanın “açık öğretim” meselesi olduğunu düşünüyorum. Bugüne kadar gözlediğim, okullara kadar inmiş seviye kaybının, açık öğretimde, istisnaları bir taraf koyacak olursak, “diplomalı cahiller” yetiştirmekte başrol oynamakta olduğudur. Kısaca, üçüncü 4 yılın açık öğretim uygulaması yeni pakette sanırım tekrar tekrar üzerinde düşünülmesi gereken en zayıf halkadır. Konuda, özellikle meslek eğitiminde Özal’ın Milli Eğitim Bakanlarından M. Emiroğlu’nun tecrübelerinden umarım istifade etmek birilerinin aklına gelir! Tasarı ile ilgili olarak edinebildiğim bilgiler ışığında, Orta Okulda öğrencilere eğer yönlendirici eğitmenlerden de yararlanılacaksa “seçmeli ders paketleri” sunulması, çocuk istiyorsa fazladan “din kültürü” verilmesi, teknik liseye yönelmek isteyenlere “farklı dersler” verilmesi, “SBS’nin kaldırılmasına” yönelik adımların atılmağa başlanması, görebildiğim olumlu noktalar. Ümit ederim çalışma hayatının asıl noksanı “orta kademe” meslek eğitimin adımları bu yeni tasarı ile gündeme getirilecektir..
Her neyse! Birçok konuda olduğu gibi “eğitim reformu” adıyla gündeme getirilen meselede de, neden partililerin ve de aydınlarımızın(!), tek doğrunun kendilerinde olduğu inadını sürdürdüklerini “anlayanlar anlamayanlar anlatsınlar” diyerek sözlerimi tamamlamak istiyorum…