İki bin iki yılında İzmir’in Karşıyaka ilçesinde öğretmendi. Basit, oldukça sadeleştirilmiş, düş ve gerçek arasında gidip gelen hayatında bir toplantıya geç kalmakla başladı mesel. İşine karşı düzenli kusur işleyen biri olarak yine geç kalmıştı. Eğitim ilişkileri panelinin sonuç ve soru kısmıydı: Ben sınıfta söz geçiremiyorum öğrencilere laf anlatamıyorum. Ben bu öğretme işini beceremiyorum, diyen biri var mı aranızda? Birçok meslektaşının el kaldıracağını düşünerek elini kaldırma gafletinde bulundu. Sayıları bini bulan meslektaşlarının hareketsizliğini görünce erken davrandığını fark etti. Tam elini indirecekken gezici ışık işaret eder gibi onu aydınlattı. Panelistin; “İşte genç, cesur bir öğretmen arkadaş”, yorumu ile kalktı. Salon karanlık, sahne loştu. Onu dikkatle süzen meslektaşlarına bakarak mikrofonu eline aldı: Ben on yıllık öğretmenim, daha çok da öğretmencilik oynuyorum. Hiç kimseyi eğitemedim. Kırk metrekare sınıfta, kırk-kırkbeş öğrenciye ancak dadılık edebiliyor ya da oturuyorum. Bazen önce kitaba sonra öğrencilerin yüzüne bakıyorum; garip, anlamlandıramadığım bir utanç duyuyorum. Öğretmenim, yardımcı olmak işim ama kimse istemiyor. Bu salonda bine yakın öğretmen oturuyor, sorularınıza el kaldırmadılar; çünkü onlar eğitebiliyorlar. Herkesin merakını giderebiliyorlar. Bunlar sokakta binlerce eğitilmiş insanı soluyabiliyorlar. Bense olumsuz körlüğümle binlerce eğitilmiş insanı göremiyorum. Askerde sürüyle lise mezunu gördüm: Konuşamayan, mektup yazamayan, okumaktan nefret eden, anı defteri tutmayan. Onlar bu salondaki öğretmenlerin eğitiminden geçemeyen; zavallı, şanssız kişilerdi sanırım. Ben lisede eğitildim diyen ne sporcu, ne de siyasetçi tek kişiye de rastlamadım. Sokaklarda ilkokul terk ile bir lise mezunu arasında kültürel, estetik, yargı, yorum, okuma, okumama, yaşamı kullanma, davranışı arasında hiç bir konuda fark göremedim. Onlar da bu salondaki bine yakın eğitimcinin kutsal eğitimlerine denk gelememişler sanırım. Ben başaramıyorum, şu eğitim işinde ehliyetsizim. Yaptığım eğitmekse bu yeryüzünün en büyük suçudur. Nasıl oldu da milyonlara, şerefsiz ücretlerle yetinin’i öğrettik. Sevmedikleri işlerde para için çalışmanın hem de karın tokluğuna çalışmanın onursuzluk olduğunu öğretemedik. Onuru, haysiyeti vicdanı öğretemedik. Dünyanın bir yerinde siyasetçinin biri; “Üç bin tür peynir üretebilen bir halkı yönetmek zordur.” der. Üreten ve düşünen toplumdan, onları yönetememekten korkar. Ülkemiz tarım ve hayvancılık ülkesi ancak peynir türü beşi geçmez, işte bu toplumu yönetmek kolaydır. Biz eğitmenlerin de asli görevi peynir türünü çoğaltmamaktır. Devletten bunun için para alıyoruz, düşünmemek düşündürtmemek için. Eğitim buysa ben kimseyi eğitmedim. Bütün ülkeye yayılmasını istediğim kirli bir ses olarak, yüksek sesle itiraf ediyorum. Kimseyi eğitemedim, okullarda eğitilen birini de görmedim. Kimseye onuru, haysiyeti, vicdanı, adam gibi adam olmayı öğretemedim. İtiraflarımın sonunda işimi kaybedebilirim. İnsan neyi itiraf ediyorsa etsin asıl şeyi söylemezmiş. Ben de bu sınırda durmaktan yanayım ve mikrofonu öğreten arkadaşlarıma bırakıyorum.