Yıllar birbirini kovalarken ülkemiz insanı, aynı kişi veya kurumların dünle bugün arasındaki zıtlaşan davranışları karşısında sadece şaşırmakla kalmıyor, kulaklarından, hafızasından hatta kendinden bile şüpheye düşüyor. Acaba yanlış mı duymuştum, yanlış mı okumuş yahut hafızamda yanlış mı kaldı diye kendini sorgulamaktan geri kalamıyor. Tabiatıyla bu sorgulamanın bir iyi tarafı da var. Dün yaşananları tekrar tekrar gözden geçirme imkânına kavuşmuş olmak!. Ve bu arada bir siyaset büyüğümüzün, kendine mahsus özdeyiş haline soktuğu "dün dündür, bugünse bugün" ifadesini hatırlamak! Böylece çelişkilerle yaşamış olmayı ve siyaset yapmayı tabii görmeğe başlıyoruz... Çünkü bu büyüğe göre, zemin ve zamana göre idealizm, fikir ve gerçekler özellikle siyaset adamı için dün söylediklerini inkâr anlamını taşısa bile değiştirilebilir, unutulabilir veya bir başka kılıfa sokulabilir! Nitekim bu kişinin her dönemine ayrı ayrı baktığınızda ibretle karşılaşmak tabii bir olay... Ama acaba bu düşüncelere yol açan gerçekler nerede? İşte bu noktada yine geçmişe dönmek ihtiyacı ortaya çıkıyor. Özellikle de kendilerini devlet partisi kabul eden siyasetçilere ve onun etrafında şekillenmiş siyasî-iktisadî güç odaklarına, okumuş-yazmışlara dönerek bakmak gerekiyor. İlk karşılaşacağımızsa, özellikle görsel iletişim araçlarının günümüz dünyasında bu kadar önemli rol üstlenmesinden sonra, yukarıda bahsi geçenlerin ve bilhassa siyaset dünyasında rol üstlenenlerin, hemen her gün, eğer elverse hemen her saat uzatılan mikrofonlara mutlaka bir şeyler söylemek çırpınışı içersinde olduklarıdır. Bu tarzın Gelişmiş Ülkeler siyaset sahnelerinde pek de itibar görmediği bilinmektedir. Ama neylersiniz ki bizim siyasetçilerimiz mikrofon gördüklerinde kendilerini gösterme dürtüsünden kurtulamamaktadırlar. Bu yüzdendir ki, halkımızın sözlerinde de ifadesini bulduğu üzere bu davranış biçimi kimilerine göre "görgüsüzlük", kimilerine göre "kendini ispat etme içgüdüsü" veya "ego tatmin etme psikolojisinden" kaynaklanmaktadır. Bazıları ise bunu "karizma", "kendini beğenme", "küçüklük kompleksinin tezahürü" veya "bilgiçlik taslayış" ifadeleriyle değerlendirmektedir. Kısaca insanımız kayıtsız şartsız kendini bağlı hissettiği bir siyaset anlayışına sahip değilse veya eğer kendini belli bir ideolojiye, fikre yahut siyasî partiye fanatizmle bağlamamışsa, söylenenlere, kafa karıştırmağa yönelen ifadelere inandırıcılığı olmayan safsatalar gözüyle bakmaktadır. Ve böylece başta siyasetçi veya bu davranışı benimseyenler itibar kaybetmeğe devam etmektedirler... Kısaca görülen o ki, kişimiz kendisine uzatılan mikrofon karşısında, bu konu benim ihtisasım içersinde değil, arkadaşlarımla istişare ettikten sonra sizlere cevap vermeyi tercih ederim demiyor veya diyemiyor! Bir kâmil büyüğümüz özellikle siyasetçilerin her dakika uzatılan mikrofona yaptıkları konuşmalar için, hiçte hoş olmayan ama doğru bir teşhisle, bunlar ağız ishaline tutulmuşlar veya sara nöbeti ihtilacı içersindeler demekten kendini alamamıştı.. Son günlerin ana gündemlerinden biri, bitmeyen veya bitirilmek istenmeyen türban meselesi; diğeri ise Ordumuzun Kuzey Irak'a yaptığı harekâtın süresi üzerindeki kaba ve çirkin bulduğum söz dalaşıdır. Esas itibariyle türban konusunda söylenmeyen kalmadı. Öyle ki yıllardır demokrasi savunuculuğu iddiasını kimselere bırakmak istemeyen çevreler, başta CHP olmak üzere, "işte İran'da da böyle başladı" kurgu ve vehmini kullanarak bitmeyen bir öcüye yeniden sığınmışlardır! Böylece gerçek anlamda kendilerinin bazı meselelerde nasıl yobazlaştıklarının çok açık delillerini verdiklerininse farkında olmamaktadırlar. Siz istediğiniz kadar İran'ın inanç sistemindeki Şia ile ülkemizdeki Alevi ve Sünni yapısı içindeki Türk-İslam anlayışının farklılaşmalarını anlatınız hiçbir şey fark etmeyecektir. Zira lâikçi kesimin Türk demokrasisini 1940'lı yıllardan beri içine sürükledikleri ortam, öcüler ve korkular üzerinde siyasi güçlerini sürdürmek anlayışıdır. Burada rahmetli Prof. Dr. Tahsin Banguoğlu'nun anlattığı bir hatıratını sizlere sunmak isterim; "Ülkede ne zaman CHP'nin beğenmediği, demokrasi icabı bir hareket olsa derhal İsmet Paşa'nın parlamentoda mutemet birkaç konuşmacısı gündem dışı söz alır ve ülkede baş gösteren irticaî hareketlerden söz etmeğe başlarlardı. Sonrada basın buna ayak uydurarak ülkenin üzerine kocaman bir sis tabakası örtülmeğe çalışılırdı..." Yıl 2008. Fazla değişen bir şey var mı? Yine aynı kesim, yani kendilerini halkının üzerinde gören ve Cumhuriyeti kurmanın kendilerine imtiyaz sağladığı iddiasından vazgeçmeyenler, ellerindeki lâikçilik oyuncağıyla nakaratlarını sürdürmeğe devam etmektedirler. Zira onlar için halk ikinci sınıf olma hüviyetini hiç kaybetmemiştir. Siyasette, sanatta, fikir hayatında ve hatta iş hayatında halkın yeri, kendisine verilenle sınırlıdır! Bu sırada kullandıkları veya kullanacakları tozpembe söylemlerse hep olacaktır. İşte onlardan biri "kızlarınız okula" teranesidir ki, bu inanmadıkları halka karşı dalkavukluktan başka bir şey değildir!.. Irak harekâtının süresi konusunda gerek siyasilerce gerekse askerî kanat tarafından ortaya konulan davranış biçimini ise, en hafif tabiriyle hoş değildir. Ama beni en çok şaşırtan, yıllardır darbe yardakçılığı yapan zihniyetin bu defa nasıl olup ta askerle karşı karşıya gelmiş oluşudur! Hani biz demokrasi taraftarıyız diyorlar ya, bu, ya insanımızın hafızası olmadığına inanmalarından veya bu kadar sıkıntı içersinde insanlarımızı güldürmek istemelerinden kaynaklanmış olmalıdır! Asker üzerinden oy avcılığı yapmaksa, sanırım geç kalmış bir oyundur. Acı olansa siyaset aymazlığı içersinde terörle mücadele eden ordumuzun yıpratılmasıdır. Siyasetçi için endaze bulmak kolay olmuyor! Ama onların en önemli yandaşları hep ve her dönem yazılı, sözlü ve son zamanlarda da görsel medya mensuplarının önemli bir bölümü olmuştur. Bunlar arasında en fazla gözlenen, inandıkları ile savunduklarının her dem yer değiştirmeğe müsait olmasıdır. Zira medyada önemli olan tirajdır veya şimdilerde adı reyting konulan yönlendirici uygulamalardır! Bunun için lâikçiliğin, yobazlığın, vatanseverliğin(!), dinciliğin veya pespayeliğin her türlüsünün kullanılmasında sakınca yoktur. Mühim olan zamana uygun olarak prim toplamaktır. Bu yüzden inanmasalar bile Ramazanda dinî ilâveler çıkarılabilir, ama hemen ertesinde dine küfür edilebilir!. Asıl hedef baskı sayısını arttırmak ve para kazanmaktır. Tabiatıyla bunun yanında çıkar yönünde siyasî ve iktisadî güç dengelerinin lehinize kullanılması hususunda baskıcı olmak da vardır.. Bazen bu seyir içersinde öylesine yön değiştirenlerle karşılaşılır ki, anlamayı bir tarafa koyunuz insanın dudakları bile uçuklayabilir. Tabiatıyla yayın organlarının genel politikaları vardır veya olmalıdır. Ama bir de bakarsınız ki, o genel politika içersinde hem nalına hem mıhına çeşitli kalemşorlara görevler verilmiştir. Böylece tarafsızlık oyunu oynanırken, gerekiyorsa iktidarın malî kaynakları lehinize kullanılabilme imkânına sokulmuş olacaktır! Baktınız işler istediğiniz gibi gitmiyor, bu defa elemanlarınızın yazılarına veya karikatürlerine müdahale eder, onu istediğiniz yönde yola koymak istersiniz veya olmuyorsa da işten çıkmasına yahut çıkarılmasına vesile olursunuz!. Yahut profesyonelseniz bol paralarla transfer olduğunuz kuruluşun düdüğünü çalmakta bir sakınca görmez ve yeni bir kimliğe sahiplenebilirsiniz! Bütün bu söylediklerimin dimdik ve vakarlarıyla ayakta olanlarını kapsamadığı muhakkak. Öyle ki hangi yönde olursa olsun hâlâ doğruları bildiklerince söylemeye devam edenler de var aralarında.. Ve bu yüzdendir ki ülkemiz, her şeye rağmen varlığını muhafaza etmektedir. Yoksa insanlarımızın kafalarını karıştırmağa çalışan bu siyasetçilerle ve de basın mensuplarıyla, hatta daha ilerisi üniversitelerimizdeki pek çok akademisyenle, ülkemizin nasıl ayakta kaldığını bir kere daha, bir kere daha soruşturmak noktasında bulunuruz...