Bu Güzel Ama Garip Ülkeden Çizgiler
Dr. Metin ERİŞ
Türkiye ile ilgili olarak siyasi, sosyal, hukuki, iktisadi vb.. pek çok konu mevzu bahis olduğunda belli kararlılıkta ifadeler kullanmak, şöyle veya böyle bir gelişme olur diyebilmek o kadar imkânsız ki! Zira eğitimde uygulanan metot dolayısıyla ülke insanının büyük çoğunluğu, inanılması zor bir şekilde kendi doğrularından başkasını görmeyen veya göremeyenler topluluğu haline getirilmiş durumda... Bakınız siyasi yapımıza! Bakınız kamuoyunu oluşturmak üzere şekillenmiş olan iletişim araçlarına! Bakınız kavram kargaşası içindeki beyinlerimize ve nihayet adâleti sağlayacak olan kurumlarımızın çelişkili kararlarına!... Davranış biçimlerinde ortaya çıkanın, kulüp tutmanın da ötesinde fanatizmin uç noktalarındaki "benim doğrularım" saplantısından başka bir şey olmadığıdır. Sonuçta son günlerde CHP'de görüldüğü gibi fanatizmden azıcık farklı bir adım atıldığında, gariptir ama sevinç çığlıkları gündeme gelmektedir! İşin gerçeği öyle midir? Bu noktanın araştırılması bile düşünülmemektedir. Olayları takip ediniz. Göreceksiniz ki sadece kendi pencerelerinden bakanlar haklıdır. Diğerleri mi? Sahi onlar var mıdır, dersiniz!
Hatırlayalım dilerseniz. Davos toplantılarındaki yaşananları beğenenler ve beğenmeyenlerin olmasını tabii bulmamız, hatta siyaseten olayı kendi çıkarları yönünde kullanan siyaset anlayışını da yadırgamamamız gerekirdi. Ama bazı aydın sıfatlı yazar-çizer takımının olayı, insanların dolayısıyla toplulukların değer hükümleri içinde bulunması gereken "mertlik, doğruluk ve tok sözlülük" gibi kavramları küçümsemek bile değil, çirkin kelimelerle okuyucuya aktarılmasını görmek doğrusu bir seyrin tespiti bakımından önem taşımaktadır. Bir kişiyi sever veya sevmezsiniz, olayı beğenir veya beğenmezsiniz, ama kamuoyuna hitap noktasında olduğunuzda "edep" diye bir kelimenin varlığını hatırlamanız gerekir... Zira köşe yazarı olarak siz, örnek kimliğe sahip olması gereken "aydın" sıfatına sahiplenenlerdensiniz! Fakat unutulmaması gereken iletişim araçlarına yansımış bu seviyesizliğin ülke genelinde görünen genel yapının "sebep-sonuç" ilişkisinden başka bir şey olmadığıdır...
Anlaşılan o ki "edep" denilen nesnenin bir zaman diliminde kaldığıdır.. Çirkin bir sözün, küfrün ağızdan yanlışlıkla çıktığında bile yüz kızartan bir davranış olması hali çoktan rafa kalkmıştır! Böylece bireysel-edep'sizlik kabule şayan olmanın da ötesinde itibar edilir bir davranış biçimi haline gelmiştir. Öyle anlaşılmaktadır ki şöhret olmanın ve de devlet ödüllerine layık görülmenin yolu, mümkün olduğunca belden aşağı kelimelerin kullanılmasıyla kolaylaşmaktadır! Bir gazetede yazar olmak veya itibar kazanmak, hatta Kültür Bakanlığının "Kültür ve Sanat Ödülüne" layık görülmek kolaylaşmaktadır! Böylece sövdükleri fikrin elinden ödül almakla hem kendi doğrularını tescil ettirmiş olmakta, hem de karşı tarafın bitmeyen "yaranma" psikolojisini tatmin etmiş olmaktadırlar! Sanırım siyaset böyle bir şey... Doğrularınız dünde kalabiliyor. Sizse bugünü yaşarken dün savunduğunuz değer hükümlerinizin "ne yapalım geçerli siyaset bu(!)" mantığıyla hem açılım yapmış, hem de gerekli mercilere hulus çakmış oluyorsunuz...
Tıpkı CHP'nin önce çarşaf, sonrada Kur'an Kursları açılımındaki gibi!. Oysa biraz gerilere gittiğimizde bu davranış biçiminin CHP için çokta yeni bir şey olmadığını gözlemek mümkündür. 1946 seçimlerinde ortaya çıkan eğilimlerin bu defa sandık oyunlarına rağmen CHP'ye bir dahaki seferde, seçim kaybettireceğini göstermesi İnönü'ye Şemsettin Günaltay Başbakanlığında bir hükümet kurduracaktı. Böylece İmam Hatip Okullarının açılması yanında gizli-kapaklı Kur'an kurslarına da göz yumulması kolaylaşmıştı! Yani, eğer CHP lâikçilerin mantığı açısından olaya bakılacak olursa, İslâm dini daha o günlerde siyasete âlet edilmişti!.. Sonraki yaşananların üzerinde kısaca durmak gerekirse, 1950 yılında iktidara gelen DP üzerinde CHP'nin ve yaranlarının oynadıkları oyunun ana temasını "Atatürk ilkelerine karşı olmak, gericilik, irtica" teşkil etmekteydi. Nitekim 27 Mayıs darbesinin temel sebeplerinden biri, hatta başlıcası bu olmuştu!.. Oysa bilinen veya bilinmesi gereken "Atatürk'ü koruma kanununu" ile doğrusu veya eksikleriyle irticai davranışlarla mücadele etmek üzere kanunlar çıkaranın DP iktidarının olduğudur. Üstelik İnönü ile Celâl Bayar'ın lâiklik anlayışlarının birbirinden çok farklı olduğunu da söylemek mümkün değildir. O halde zaman zaman 360 derece dönüşler gösterse de CHP'nin asıl sıkıntısı, Cumhuriyetin kurucusu olmak imtiyazından ve kendi doğruları saplantısından bir türlü kurtulamamasıdır. Öyle ki halktan öğretim kademeleri sonrasında kadrolarına aldıkları kimselere öylesine bağnazlık aşılamaktadırlar ki, onlar da kısa bir süre sonra mankurtlaşarak içinden çıktıkları halkın değerlerini küçümsemekte el aldıkları kimselerden daha ileriye geçmektedirler!
Şimdilerde gündeme getirilen çarşaf ve Kur'an kursları konusu sosyal anlayış itibariyle doğrudur. Ancak dünkü davranış biçimleri analiz edildiğinde, samimi midir? İşte sorulması gereken budur.. Zira kısa bir süre önce din derslerine karşı çıkan, Kur'an Kurslarına yaş sınırları getirilmesini isteyen, Anayasa Mahkemesinde AKP'nin lâiklik karşıtı olduğu iddiası ile kapatılması için açılmış olan davayı açık veya gizli-kapaklı destekleyen hep CHP ve yandaşları olmuştur. O halde ister düne yani 27 Mayıs darbesini hazırlayan alt yapıya, ister AKP ile ilgili kapatma davasının gerekçelerine bakılsın "dini siyasete âlet etmek" unsuru ile ilgili iddiaların bütünüyle CHP'nin bu son davranışlarıyla örtüştüğüdür. Ayrıca hatırlamak gerekir ki AKP'nin kapatma davasında verilen karar "Demoklesin kılıcı" anlayışı ile hâlâ geçerliliğini korumaktadır! İlâve olarak CHP'nin akıl hocalarından sn Kanadoğlu'nun dediği gibi "oy uğruna dini siyasete âlet ederek misyonlarına ihanet ediyorlarsa(!)" işte o zaman CHP açısından söylenecek başkaca bir şey kalmamaktadır. Ama konu CHP olunca aleyhte bir davanın açılması kolay değildir! Çünkü burası Türkiye'dir...
Fakat insan yine de düşünmekten kendini alamıyor. Acaba artık gerçekler görülerek halkın değer hükümlerinin başında yer alan "din mefhumuna" hizmet etmek halka ve Hak'ka hizmet etmektir denilerek, bu defa doğrunun genelleştirilmesi şansı yakalanacak mıdır!.. Böylece seçimden seçime ortaya konulan sahtecilikten de arınılmış olunur.. Ne dersiniz böylesi bir ihtimal var mıdır!...
Zor!. Zira bu güzel fakat garip ülkede, tıpkı seçim propagandalarında olduğu gibi, her şey öylesine tersten okunmaktadır ki!.. Meselâ, seçim sath-ı mâiline girildiği şu günlerde tabiatıyla karşılıklı olarak rakipler birbirlerinin zaaflarını arayacaklardır. Ama halka hizmet için yapacaklarını dile getirmektense "çamur at bir şekliyle izi kalır" anlayışı ile yola çıkmak sanki genel bir davranış biçimi olmuş gibidir! Bu anlayışı halkın sorgulamayı bile istediğinden emin değilim!. Bu yüzden kendime bu da bir tarz-ı siyaset midir, diye sormak ihtiyacını duyuyorum!.. Yoksa bize özgü bir davranış biçiminin tezahürü mü? Bu noktada insan ister istemez, acaba toplumumuz bundan hoşlanmıyor mu, diye sorgulamak ihtiyacını duyuyor. Yoksa sahne, "alan razı satan razı" anlayışı ile, seçen ile seçilenin danışıklı dövüşüne mi hazır tutuluyor! Eğer böyle ise, o halde savunduğumuz değer hükümlerimizin böylesi izmihlâle sürüklenmiş olmasını nasıl ortadan kaldıracağız? Sormamız gerek bu değil mi?
Kısaca Türkiye'miz garip olsa da her şeye rağmen sahip olduğu değerleriyle, hatta yozlaşmanın ve bayağılığın görüntüleri olan ivediklere, toroğlulara, özdillere, erbillere ve ersoylara rağmen güzel bir ülke ve mücadeleye değiyor...
Yorumlar