"Bir medeniyet tarihsel seyrinde, diğer toplulukların etkisine durmadan referansta bulunmadan gelişebilen ve açıklanabilen bir topluluktur." Toynbee Bu gün neredeyse bütün köşe yazıları başörtülü çıkmış. Bazıları "türban" diyerek beni kızdırsalar bile, başörtüsü aşağı başörtüsü yukarı... Yıllardır halkımızın yüreğini kanatan, vicdanını sızlatan bir akıl almaz tavırla karşı karşıyayız. Başörtüsünü siyasal simge olarak niteleyenlerin buna inandıklarına asla inanmadım ve inanmıyorum. İkili görüşmelerde dost meclislerinde bu daima ikrar edilen bir husustur. Başörtüsü siyasi bir simge olmaz olamaz. Böyle bir simgeyi taşımaya aklı başındaki kimse razı edilemez. Bunun ne demek olduğunu anlamayanlar başlarını özellikle yaz mevsimlerinde örtüp kaç gün dayanabiliyorlar bir denesinler. Peki, bu nasıl hayat tarzı haline geliyor. İşte o "din bahsidir" bunu da onlar anlamıyorlar. "ÇAĞDAŞ OLMAYAN KIYAFET" Neyse bu tartışmaları uluslar arası boyuttan "ulusal boyuta" indirdik. Tabi onu da biz becermiş değiliz. Batı'nın ölçüleri değişime uğradığı, bizimkiler ise yerinde saydığı için; meseleler de "Avrupa'ya karşı mısın" dan, "Çağdaşlığa karşı mısın"a dönüştü. Ahmet Hakan buna örnek olacak acı bir durumu anlatıyor. Kendi ifadesiyle de bu bir gerçek olmasaydı "pişmiş aşa ben de su katar münafıklık yapmazdım" diye bu sefer masumiyetinin altını çiziyor. Anlatılan mesele, cümlenin malumudur: Evlatları asker olanlar hicranlı yüz ifadeleriyle bu sıkıntıları yaşarlar. Biz davet almadan gününde ve saatinde iki evladımızın yemin törenine gittik. Bizim gibi onlarca insan vardı, hiç birinde rencide edici bir tavırla karşılaşmadık. Ancak kontrol noktasından geçerken usulen "şunu şöyle yap, bunu böyle yap" diyen bir memur hanım vardı lakin yüzlerdeki tebessümle geçilip gidiliyordu. O noktada bu işin kontrolüne memur edilmiş amirin sıkıntılı yüz ifadesi beni oldukça üzmüştü. Bütün buna rağmen Ahmet Hakan'ın "münafıklık yapmıyorum" diye yazdığı konu yani davetiyedeki; "törene Atatürk ilke ve inkılâplarına aykırı ve çağdaş olmayan kıyafetli ziyaretçiler alınmayacaktır" ifadesi bir gerçektir. Peki, Atatürk'e göre ve onun ilke ve inkılâplarına göre hatalı olan ben miydim yoksa 25 yıllık öğretmenlikten sonra başını örtüveren hanımım mı? Şimdi her başörtüsüne hakarette o asil ve mazlum eşim gözümün önüne geliveriyor ve bu yazıların çoğunu o aşk ile yazıyorum. Sadece vatandaşlık bilinciyle seçimden seçime sandık başına giden ve 35 yıldır nereye niçin oy kullandığını merak etmediğim eşim, hangi siyasetin temsilcisi ve onun başörtüsü neyin simgesi? Siz başı örtülü hanımları hafif bir koca dırdırı ile başını örtüyor farz ediyorsunuz da kopardığınız kızılca kıyamete rağmen onların sizi gülerek seyrettiklerini fark edemiyor musunuz? Vah size, vah ki vah! TESETTÜR VE ATATÜRK Gelelim Atatürk ilke ve inkılâplarına. O törene giderken inkılâplara duyarsız gidenlerin hemen hemen tamamı erkeklerdi. Zira hiç birinin kafalarında, "şemsi siperli serpuşları" yoktu. Senin anlayacağın şapkasızdık. Lakin hanım efendilerin tamamı; başı örtülüsü ile örtüsüzü ile Atatürk'ün istediği gibi bir kıyafet içindeydiler. Zira bu toplumun ortalamasının giyim tarzı böyledir. Atatürk de o dönemden bu döneme toplumun gelişimini sezecek bir sağduyu ve bilgiye sahiptir. Zaten sizin anlayamadığınız Atatürk bilge bir liderdir. Atatürkçü geçinenlerimizin pek çoğu ise onun kemiklerini sızlatacak kadar Cahil ve bağnazdır. Bakın sizin hiç anlamak istemediğiniz Atamız bu hususta ne buyuruyorlar: "Saygıdeğer Hanımlar,... Gerçekten memleketimizin bazı yerlerinde, en çok büyük şehirlerinde, giyinme tarzımız kıyafetimiz bizim olmaktan çıkmıştır. Şehirlerdeki kadınlarımızın giyim tarzlarında, örtünmelerinde iki şekil görünüyor; ya aşırılık veya tam tersi zayıflık, düşüklük görülüyor. Kısaca ne olduğu bilinmeyen çok kapalı, çok karanlık bir dış görünüş gösteren kıyafet veya Avrupa'nın en serhat balolarında bile dışarıda giyilmeyecek kadar açık bir giyim. Bunun ikisi de şeriatın tavsiyesi, dinin emri dışındadır. Bizim dinimiz kadını o düşkünlükten de o aşırılıktan da uzak tutar... Dinimizin öğrettiği, tavsiye ettiği örtünme hem hayata hem erdeme uygundur. Kadınlarımız şeriatın emrettiği, dinin emrettiği gibi örtünselerdi ne kadar kapanacaklar, ne kadar açılacaklardı?... Dini örtünme, kadınlar için zorluğu gerektirmeyecek, kadınların toplum hayatı içinde, iktisadî hayatta, geçim hayatında ve ilim hayatında erkelerle beraber faaliyette bulunmalarına mani olmayacak basit bir şekil vardır... İslam dininin tanımladığı şekilden yaralanmak, onu hayata uygulamak amaca ulaşmak için yeter..." (21 Mart 1923 Konya) Sakın Atatürk'ü kendiniz gibi farz edip de "Efendim Konya'da..." diye başlamayın aynı yıllarda İzmir ve Akşehir konuşmaları da aynı minval üzeredir. Bu konuşmalar, Latife Hanımefendi'nin de bulunduğu toplantılarda yapılmıştır. Zaten muhterem hanımefendinin giyimindeki dikkat ve titizlik pek çok şeye cevap teşkil etmektedir. Konu hakkında bilgilenmek isteyenlere; Ertuğrul Zekayi ÖKTE'NİN"1922-1931 Mustafa Kemal ATATÜRK'ÜN Yurt İçi Gezileri" adlı eserini tavsiye ederim. Şayet Atatürk başları örtülü kızlarımızın üniversite kapılarına geldiklerine, onların devlete ve millete hizmet yolunda makam ve mevkiler alabilecek eğitimlere hak kazandıklarına şahit olabilseydi, Allah'a binlerce şükrederdi. O bilen bir insandı, milletini, insanını bilendi. Esas fark bu bilgelikten geliyor. Biz bunu anladığımız için çok müsterihiz. Lafı mecburen çok uzattık; başörtüsüyle ilgili gerginlik politikaları tarifi imkânsız ıstırap vermektedir. Toz konduramadığımız kurumlarımızı ve onların başındaki değerli insanları derin çelişkilerde göstermektedir. Bu düşmanlarımızın iştahlarını kabartmaktadır. Şunu unutmayın: Başını örtmeyi dinî bir vecibe bilen hanımlar, bu ülkede zerre kadar hürriyet olduğu müddetçe, hiçbir parti kalmasa bile başlarını örtecektir. Gelelim "amiral gemisinin" istim borusuna. Çalana değil çaldırana bakacaksınız. Yakın zamanda biraderleri, Atina'da onu da ağırlayacaklardır. 18.01.2008 Abdullah KILIÇ