Ana hatlarıyla tamamladığım ve baskı safhasına gelmiş olan “Osmanlıdan Günümüze Demokratikleşme Sürecinde Türk Demokrasi Hayatı” adlı çalışmamda, adına Post-modern Darbe denilen 28 Şubat 1997 tarihli darbe teşebbüsüyle ilgili olarak kaleme aldığım satırlardan bazı bölümleri okuyucularımla paylaşmak isterim. Darbe öncesinden başlayarak satırlarımda konuya şöyle temas ediyorum “askerler MGK platformunu kullanarak, Cumhurbaşkanı Demirel’in de yardımıyla, hükümetin politikalarına müdahale etmeğe ve hükümeti yönlendirmeğe başlayacaklardı. O dönemde Başbakan olan Erbakan’ın M-8 adıyla başlatmak istediği Müslüman ülkeler arasındaki işbirliği arayışı yanında Libya ziyareti sırasında Kaddafi karşısındaki tavrı, önceden beri sürdürülen bahanelere kucak açacak ve Ocak 1997 tarihinde askerî cenahın bakısıyla “Başbakanlık Kriz Yönetmeliğinin” yayınına sebep olacaktı. Bununla birlikte İsrail ile yapılan “Askerî Anlaşmanın” önceleri İsrail’e karşı yaptığı söylemlere rağmen Başbakan Erbakan’a imzalatılacaktı! Bütün bunlar askerlerin fiilen Erbakan Başbakanlığındaki hükümetin günlük politikalara müdahale etmekte kararlı olduklarının işaretiydi. Bir adım sonrasında TSK, lâikliğin uygulanmasıyla ilgili kararlarını “18 madde içinde” Hükümete bildirecekti!.. Kısaca TSK Hükümete programlar dayatıyordu…
Konuyu, 28 Şubat Darbesini çeşitli fikir adamlarının görüşlerinden yararlanarak irdeleyen Özgür Gökmen’in penceresinden satırlarımıza aktaralım: “TSK resmî ideoloji adına ülkenin kim tarafından ve nasıl yönetileceğine ilişkin son sözü söyleme hakkını elinde tutabileceği stratejik bir konumdan, siyasete şu veya bu yolla müdahale etme yeteneğini sürdürerek sahip olduğu ağırlıkla tüm topluma nüfuz etmektedir. 1961 Anayasasının 111nci maddesi uyarınca, millî güvenlikle ilgili kararların alınmasında ve koordinasyonun sağlanmasında yardımcılık yapmak üzere temel görüşlerini Bakanlar Kurulu’na bildirmekle mükellef olan MGK, 12 Eylül sonrasında tedricen ‘ikinci bir hükümet yetki ve olanaklarıyla’ donatılmış; nihayet 28 Şubat müdahalesinin hemen öncesinde kurulan ve kağıt üzerinde Başbakanlığa, fiilen MGK Genel Sekreterliğine bağlı Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi’nin faaliyete geçmesi ile istişarî niteliğini çok aşan bir kurum halini almıştır. Böylece TSK’nın siyasal rejim içinde işgal ettiği yer dolayısıyla, Türkiye’deki siyasî sistemin parlamenter demokrasiden ziyade pretoryen nüfuza dayandığı öne sürülebilir. Rejimin, lâiklik, modernlik ve çağdaş medeniyete ayak uydurma şeklinde algıladığı temel payandaların muhafızlığı rolünü tarihsel olarak özümsemiş ve içselleştirmiş olan TSK, 28 Şubat 1997 müdahalesi ile, siyasal İslâm’ın yükselttiği kimlik politikalarına karşı belirli bir hayat tarzını ve rejim kimliğini ve siyasî partiler konfigürasyonunu tercih ederek, siyasal alanda bir tasfiyeye başvurmuştur. Müdahalenin mimarı olarak ortaya çıkmış olan Orgeneral Çevik Bir Washington Post muhabirine verdiği demeçte, yukarıdaki tahlilleri doğrular mahiyette şunları söylemektedir: ‘Biz SK olarak anti-lâik akımları yok etmeye birinci öncelik veriyoruz. Bu akımlar orduya bile sızmaya çalışıyorlar. Lâiklik karşıtı tehdit, 12 yıldır süren PKK tehdidinden daha ciddi duruma gelmiştir. MGK kararları üzerinde, MGK’nun bütün üyeleri görüş birliğine varmıştır. Bunlar mutlaka uygulanmalıdır.’ Bu süreçte, Devletin Gizli Anayasası olarak nitelendirilecek olan Milli Güvenlik ve Savunma Belgesinin (MGSB) içeriğinin kaba hatlarıyla kamuoyuna sunulması da 28 Şubat sürecinin doğal bir uzantısı oldu. Türkiye’nin öncelikli tehdit unsuru olarak irticayı ve bölücülüğü eşdeğer kabul eden, Silahlı Kuvvetler Partisinin siyasal programı MGSB, hiçbir yasa, genelge ve yönetmeliğin kendisine aykırılık taşıyamamaktadır.”
Gelişmeler çerçevesinde ortaya çıkacak olan bir başka nokta, Koalisyon protokolü gereği, Erbakan'ın Başbakanlığı Çillere devretmek üzere 1997 yazında istifa etmesi idi. Böylece, bize göre, " vasiyetçi devlete(!)” Hükümetten kurtulmak için bir bahane sunulmuş olmaktaydı. Bir adım sonrasında Cumhurbaşkanı Demirel'in de katkılarıyla gerçekleştirilen, siyasî etiğe pek de uyduğu söylenemeyecek bir yöntemle Refah-Yol hükümeti devre dışı bırakılacaktı. Adından, ANAP-DSP ve DYP'den kopartılan milletvekillerine Demirel'in “ebedî emanetçisi” Hüsamettin Cindoruk'un önderliğinde kurdurulan Demokrat Türkiye Partisi’nin katılımına CHP'nin dışarıdan desteği de sağlanılarak “ANASOL” adı verilen bir azınlık hükümeti kurdurulacaktı.
"28 Şubat" darbesinin temel karakteristiği, askerin fiilen silâhla el koyan bir darbe görüntüsü vermemesidir. Öyle veya böyle açık olansa, önceki darbe girişimlerinde olduğu gibi, yine bazı sivil toplum kuruluşları ile birlikte özellikle yargı ve basın tarafından desteklenmesiydi! Asker görüntüde fiilen görev almamakla beraber, uygulamaların askerî vesayet altındaki hükümetler tarafından yapılması sağlanmış oluyordu. Askerî otorite, yargıçları ve "lâik” kamuoyunu, devlete karşı "siyasî İslâm” ve de “Kürtçülükten” kaynaklanan büyük bir tehlikenin varlığına ikna etmek için kitle haberleşme araçlarını ve diğer kamusal iletişim kanallarını kullanacaktı. Silâhlı Kuvvetler, İslâm'ın kamu hayatındaki varlığını çağdaş hayat tarzına bir tehdit olarak gösterirken sivil alanı İslâmî kimlik ve hayat tarzıyla paylaşmaya karşı olan kadın örgütlerini, sendikaları ve iş adamları örgütlerini kullanmakta sakınca görmüyor ve yarattığı korku tünelinden istifade ediyordu.
"Anasol-D" azınlık hükümeti göreve geldiği andan itibaren, Başbakan Yılmaz'ın alenî açıklamalarında da ifadesini bulduğu üzere, MGK'nın çizdiği siyasî program uygulanmaya konulacaktı. Ana hedef "irtica" idi. Bu noktada yıllar boyu Devlet desteğiyle ayakta tutulmakla kalmayarak geliştirilmiş büyük sermaye karşısında, Özal döneminden sonra, yeni yeni bir güç olarak belirmeye başlayan Anadolu sermayesine, “yeşil sermaye” veya "irticacı" yaftası vurulacak ve baskı altına alınacaktı. Devletin resmî okulları olan İmam-Hatip okullarının "irtica odağı" oldukları ve "RP'ye eleman yetiştirdikleri" bahanesiyle budanacaktı. Sonraki safhalar Refah Partisi'nin kapatılması ve kamu kurumlarında "irticacı” avına çıkılmasına başlanmasıydı. Bu cümleden olmak üzere, Genelkurmay açıkça medyayı, üniversite yöneticilerini ve yargıyı “Kemâlist siyaset” doğrultusunda bilinçlendirilmek yani, İslâmi oluşumlara karşı önyargılı hâle getirmek üzere seri "birifingler" düzenlemekte sakınca görmeyecek ve bu uygulamaların üst başlığı “demokrasi” olacaktı! Vaktiyle "lâiklik" bahanesiyle din özgürlüklerinin baskı altına alınmasını eleştiren Süleyman Demirel, bu süreçte "Rejimin Cumhurbaşkanı” sıfatıyla darbeye müteallik bütün adımları destekleyecekti!.
Genel olarak dindarların başta ifade, örgütlenme ve toplanma özgürlüklerinin kısıtlanması vakıa-i âdiyeler haline gelmeğe başladı. Cumhuriyet Başsavcısının bir siyasî kampanya şeklinde başlattığı sürecin sonunda da Anayasa Mahkemesi, hukuk bilimi ve siyaset teorisi açısından doğruluğu son derece şüpheli bir kararla Refah Partisi’ni kapattı. Yerine Fazilet Partisi kurulduysa da, aynı türden baskılar ona karşı da devam etti. Bu arada, Kayseri Belediye Başkanı Şükrü Karatepe ve İstanbul Belediye Başkanı Tayyip Erdoğan örneklerinde olduğu gibi, RP geleneğinin önde gelen yerel siyasetçileri yargı mekanizması kullanılarak devre dışı bırakıldılar… Askerî vesâyet altındaki siyaset süreci Nisan 1999 Seçimleri sonrasında da devam etti. Hatta seçimlere girilirken, Anayasaya açıkça aykırı olarak, yürütmenin seçimlere müdahalesi niteliğinde olmak üzere Başbakanlık Genelgesi ile seçmenlerin iradesi baskı altına alınmaya çalışıldı. Açıkça, yurttaşların Fazilet Partisine oy vermemeleri isteniyordu…
28 Şubat Darbesiyle ilgili olmak üzere çalışmama aldığım satırların bir bölümü böyle. Ama sanırım asıl üzerinde durulması ve acı olanın, 27 Mayıs 1960 Darbesinden itibaren konudaki tek failin askerler olmadığı ve her darbe girişimi önce ve sonrasında, sivil toplum kesiminden birilerinin ve hatta siyasetçilerin bunun yanında yer aldıklarıdır!..