LAKLİK

(BİRİNCİ BÖLÜM)

Laiklik kelimesi de kavramı da Türkiye'ye batıdan gelmiştir. Yunancadaki ‘lâikos’ ve Latincedeki ‘Laicus’ kelimelerinin kökünü oluşturan ‘laos’ kelimesinden türetilmiştir. Laos halk demektir.

Orta çağda iki grup devlet memuru vardı. Klerisi: Bunlar okullarda, ibâdet yerlerinde ve ordu karargâhlarında dîni bilgiler vermekle vazifeli idi. Laisi: Bu gruptaki memurlar din dışında kalan her türlü bilgileri öğretmekle meşgul olurdu. Laisi'ler, din dışındaki bilgileri veriyor olmalarına rağmen dinsiz değildi. Kilise ve havra gibi dîni toplanma mahalline gidiyorlar, ibâdetlerini yapıyorlardı. 

Laiklik düşüncesi Fransa'da doğdu ve gelişti. Dînin; devlet, ilim, sanat ve kültür üzerinde baskı kurduğu devirler Rönesans ile geride kalınca, yeni anlayışa ‘laiklik’ adı verildi. Rönesans’tan önce ilim, dîni otoritenin disiplini altında idi. Din ve ilim, devamlı olarak münâkaşa hâlinde idi. Laiklik  münâkaşalara son vermek maksadıyla benimsendi. 

Türklerde, din adamı-ilim adamı çatışması olmamıştır. Çünkü İslâmiyet ve ilim iç-içedir. Biri diğerinin desteğidir. Hatta ilimde üst noktalara çıkanlar daha fazla İslâmiyet’e yönelmişlerdir. Fâzıl ve kâmil din adamları, pek çok ilim dalında; âlim mertebesine yükselmişlerdir. Bu sebeple laiklik, hiçbir zaman ihtiyaç olarak hissedilmemiştir. 

Genel geçer görüşe göre laiklik; devletin, belli bir dînin taraftarı veya muhalifi olamayacağı prensibidir.  Devlet; her türlü dîni inançlar karşısında tarafsızdır. Yine devlet, idâresi altındaki insanlara, inançlarının gereğini yapmalarına veya yapmamış olmalarına, hattâ inançlı veya inançsız olmalarına da karışamaz.  

Şahıslar, inanacakları dini seçmekte, herhangi bir mezhebe intisap serbesttir. Şahıslar, seçtikleri dînin gereklerini tek başlarına veya toplu olarak yerine getirirken, karşı görüştekilerin muhtemel müdâhale ve baskılarına karşı devletin koruması ve teminatı altındadır.

Günümüzde lâik olmayan devletler de vardır: İngiltere, Norveç, Danimarka, Hollanda gibi. İngiltere, devletin Anglikan Kilisesi’ne bağlı olduğunu kabul etmiştir. Avam Kamarası’nın kabul ettiği kanunlar, başpapazın imzâsından sonra yürürlüğe girer. Bütün okullarda her gün derslere, papazların yönetiminde yapılan dîni merâsimden sonra başlanır. Norveç anayasasının 2. maddesinde ‘Norveç'in resmî dini Avenjelikal Lüteryan'dır’ hükmü yer alır. Danimarka anayasasında Hıristiyanlığın, devletin temel inanç kaynağı olduğu yazılıdır.

Din ile devlet işlerini birbirinden resmen ayıran ilk ülke ABD olmuştur. ABD anayasasında, din hürriyeti ve kanunlar karşısında bütün dinlerin eşitliği kabul edilmiştir. Bu anayasa, devletin bir dine bağlanmasını, herhangi bir dînin yasaklanmasını ve ABD vatandaşlarının siyâsî ve medenî haklarını kullanırken dinleri sebebiyle farklı bir muameleye tâbi tutulmalarını suç kabul eder.

İkinci olarak Fransa 1905 yılında din ile devlet işlerini birbirinden ayırdı.

Laiklik, devletle ilgili bir sıfattır. Türkiye'de yer yer ve yanlış yorumlamaktan kaynaklanan ‘lâik insan’ anlayışına batıda rastlamak mümkün değildir. Çünkü laiklik kelimesi tahribâta mâruz bırakılmış, ‘din ile alâkası olmayan’ mânâsına büründürülmüştür. Tabii ki kelimeye bu mânâyı vermek mümkün değildir. Lügatlerde de böyle bir târife rastlanmaz.

Bâzı felsefeciler îmanın, aklın sâhasına müdâhale etmemesi gerektiğini iddia eder. Bâzıları ise aksi görüştedir. Bunun en çarpıcı örneğini; ikisi de Fransız olan filozofların sözlerinde görmek mümkündür.  Ernest Renan (1823-1892): ‘Hiçbir zaman bir câmiye, üst seviyede heyecan hissetmeksizin, hatta îtiraf edeyim, Müslüman olmadığıma hayıflanmaksızın girmiş değilim.’ Diyor. Denis Diderot (1713-1874) ise: ‘Felsefeye doğru atılan ilk adım inançsızlıktır.’ İddiasında bulunuyor. 

İngiliz yazar George Jacob Holyoake (1817-1906) tarafından temelleri atılan ve lâikliğin, ana bir - baba ayrı kardeşi olan Sekülerizm; din dışılığı, daha da ileriye taşıyıp, din aleyhtarlığı denilebilecek bir noktaya yerleştirmektedir. 

DEVAM EDECEK

********************************************************************

BAŞKALARININ HATÂLARINI GÖRMEK VE YAYMAK…

İnsanoğlu kendini temize çıkarmak, ayıplardan ve kusurlardan yana temiz olduğunu göstermek ister. İnsanın kendi ayıp ve kusurlarını görmesi ve onlardan arınması nefse zor gelir.  Kolay olan tercih edilir ve kusur hep başkalarının üzerine atılır. Veya herkesin kusurlu-ayıplı olduğunu iddia eder ki, kendi kusur ve ayıpları normal karşılansın. 

Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) Efendimiz, insanların gizli hâllerini araştırmayı yasaklamıştır. Bu emir, ‘Müslüman’ım’ diyen herkesedir.  İki cihan serveri örnek ve kâmil insan; Müslümanların ayıplarını, gizli hâllerini araştırmakla, fesat çıkarılmış olacağını belirtir.  

Ancak peygamberler kusursuz insanlardır. Bizlerin, hepimizin hatâları, kusurları ve günahları vardır. Herkes kendi kusuruyla meşgul olsa ve onları düzeltmeye çalışsa başkalarının ayıplarını araştırmaya fırsat bulamaz. Zâten insanın kendisini düzeltmesi, başkalarını düzeltmesinden çok daha kolaydır. Herkes kendisini düzeltirse, kusur ve ayıplardan arındırabilirse, dünyada hatâlı insan kalmaz. Ayrıca ayıp ve kusurlarımızın affedilmesi için kendi hatalarımızla yüzleşmeli, kardeşlerimizin hatâlarını örtmeliyiz. Zira kim bir Müslüman’ın ayıbını örterse, Cenab-ı Allah da kıyamet günü onun ayıplarını örter.

(*) fesat çıkarmak: insanlar arasında barış ve huzurun bozulmasına ve yok olmasına sebebiyet vermek. Bir mânâda da ‘gıybet etmek’tir. Gıybet ise; bir kimseden, kendisinin hoşlanmadığı sözlerle bahsetmektir. Kur’an-ı Kerim’de gıybet yasaklanmış, gıybet yapmak, ölmüş bir din kardeşinin etini yemeye benzetilerek çirkinliği ortaya konulmuştur. Esâsen mevcut olan kusurun söylenmiş olması, fesat ve gıybeti ortadan kaldırmaz. Zâten o kusur, sözü edilen kimsede yok ise, yapılan ‘iftirâ ’dır ki,beşerî kanunlara göre de suçtur. 

<><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><><>

ÖNCE SAĞLIK

  (DİNLEDİĞİM BİR KONFERANSTAN NOTLAR)

Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi 

Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi. 

Yaklaşık 500 yıl önce söylenmiş bu söz günümüzde hâlâ geçerliliğini koruyor. Eskiler ‘sıhhat’ diyorlardı. Günümüzde ‘sağlık’ deniliyor. 

Yanımızda yakınımızda biri hapşırınca ‘çok yaşa’ diyoruz. ‘Çok yaşa’ demek bir mânâ ifâde etmez.

Mânâ ifâde eden bir hayat yaşayabilmek için her şeyden önce sağlıklı olmak gerekiyor. Akıl ve beden sağlığı olmayanların hayatı, ıstıraplarla doludur. Değil çevresine, kendisine bile faydalı olamaz.

Türk Kalp Vakfı’nın belirlemelerine göre ülkemizdeki ölümlerin % 40’tan fazlası kalp ve damar hastalıklarından kaynaklanıyor. 

Kalbimizi ihmal etmenin, bizi karşı karşıya bırakacağı büyük tehlikeye rağmen gerekli tedbirleri almıyoruz. Çünkü tedbir olarak neler yapılabileceğini bilenlerin sayısı çok az. 

Herkes, ‘Acaba kalbim ne durumda’ Diye sormalı. 

Şu sebeplerden sormalı:

Birincisi şahsımızla ilgili… Çünkü hakkında bilgi edineceğimiz organ bize ait ve hayatî önemi var.

Annemizin karnında, yirminci günden başlayarak ömrümüz boyunca her gün ortalama 100.000 defa kasılarak, bütün vücudumuza devamlı olarak kan pompalıyor. Bu işi, bir sâniye bile ara vermeden, biz; uyurken - dinlenirken bile o, durmadan dinlenmeden günler, aylar ve yıllar boyunca yapıyor.

İkinci sebep sayılara dayanıyor.

Çevremizdeki her üç kişiden biri; hayatının herhangi bir döneminde, kalp ve damar hastalıklarına yakalanma ihtimali ile karşı karşıyadır.

Türkiye’de 2.000.000 kişiden oluşan kalp hastaları grubuna, her geçen yıl, 90.000 kişi ekleniyor.

Sözünü ettiğim 2.000.000 kişiden veya gruba sonradan katılacak olan 90.000 kişiden biri olmamak için neler yapmamız gerektiğini öğrendiğimizde ve bildiklerimizi uygulayabildiğimizde… sağlıklı oluruz, sağlıklı bir toplumun oluşmasına katkıda bulunuruz. Fert olarak bizler de uzun ve sağlıklı bir ömür yaşama imkânını elde etme şansımız artar. Hem kendimizi mutlu ederiz, hem de sevdiklerimizi ve sevenlerimizi...  

XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX

ÖTÜKEN NEŞRİYAT’TAN OKUNASI KİTAPLAR

1-Eski Uygurlarda Yerleşik Hayat Kültürü: Hatice Veli

2-Kam Ana’dan: Türk Dünyâsı Masalları: Hazırlayan: Hilâl Koçyiğit - Resimleyen: Fatma Hanecioğlu Alparslan 

3-Eczacılık Hukuku: Prof. Dr. Hasan Fehmi Üçışık

4-Mehmed Emin Yurdakul’un Bütün Şiirleri: Fevziye Abdullah Tansel. Yayına Hazırlayan: Abdullah Uçman 

5-Yüzbaşı Celâl: Burhan Câhit Morkaya      

6-Osman Turan’ın Makaleleri 3. Cilt: Cihan Hâkimiyetinden Büyük Türkiye İdealine: Yayına Hazırlayan: Yunus Emre Kaleli   

7-Osman Turan’ın Makaleleri  4. Cilt: Türk Siyâseti Hakkında Mülâhazalar: Yayına Hazırlayan: Yunus Emre Kaleli        

8-Hüseyin Câhit Yalçın’ın Tanin Gazetesi Başmakaleleri: Yayına Hazırlayan: Kudret Emiroğlu 8-Penceremden –Müftüoğlu Ahmet Hikmet’in Resimli Gazete Yazıları: Yayına Hazırlayan: Turgay Anar

9-Edebiyatımızda Unutulanlar ve Kaybedenler 2: Taner Ay

10-Faust: Johann Wolfgang Von Goethe. Almanca aslından tercüme Eden: Senail Özkan  

ÖĞRENDİM Kİ… 3

*Öğrendim ki… Hiçbirimiz, hepimizden daha güçlü olamayız.

*Kâmil insan olabilmek için dört basamak yukarı çıkmak gerekir: 1-Bilgi, 2-Kültür, 3-İrfan, 4-İman.    

*Öğrendim ki… Millet, aynı dili konuşan, aynı inançta olan insanlar topluluğudur.

*Günümüz üniversite mezunlarının ekseriyeti; Sâmiha Ayverdi, Ahmet Hamdi Tanpınar, Nihat Sâmi Banarlı ve diğer edip ve mütefekkirlerinizi anlamakta zorlanıyor. O gençlerin millî kültür açısından mensubiyetleri tartışmaya açıktır.

*Öğrendim ki… İslâmiyet, radikal değişime kapalı bir dindir. Bu sebeple radikal değişimi dayatanlar, İslâmiyet aleyhtarıdır.

*İnsanı yücelten 3 değer vardır: 1-Millî değerler, 2-İslâmî değerler, 3- İnsânî değerler. İnsanı çökerten üç mel’anet vardır: 1-Servet, 2-Şöhret, 3-Şehvet.

*Öğrendim ki… Gıybet, en fena gevezeliktir.

*Ahî Evran kültürü, günümüzde yaşatılabilseydi, insanlık yüz kızartıcı olaylarla karşılaşmazdı.

*Öğrendim ki… İnsanlığın en büyük ihtiyacı mânevî değerler ve ahlâk ile adâlettir.

*Teknoloji, insanlara daha rahat yaşama imkânı sağlamakla birlikte, problemlere de sebebiyet veriyor.   

SSSSSSSSSSSSSSSSSSSSSSSSSSSSSSSSSSSSSSSSSSSSSSSSSSSSSSSSSSSSSSSSSSSSSSSS

KİM DEMİŞ, NE DEMİŞ?

*Rusya târihinde Türklerin olmadığı herhangi bir dönemden söz etmek mümkün değildir. Hangi Rus’u kazısanız altından mutlaka Tatar (Türk) çıkar deyimi, milî kimlikten ziyâde târihî ve kültürle bağlantılı bir gerçekliği ifâde ediyor. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin – 2010

*Kılıcı insafsız bir beceriyle kullanan Türkün eli, yendiği insanların yarasını sarmakta da ustadır. (İskoç Şair Lord Bayron – 1801)

Türkler, devlet yıkmakta ve devlet kurmakta birinci sınıf üstattır. (Avusturyalı Târihçi Diplomat Joseph von Hammer Purgstall)

*Türk kadınlarının en büyük süsü Türk oluşlarıdır. Onlar süslenmek için elmas veya zümrüt takınmıyorlar, belki üzerlerinde taşıdıkları o taşları süslemiş, kıymetlendirmiş oluyorlar. Çünkü her Türk kadını canlı bir inci ve paha biçilmez bir pırlantadır. (İngiliz Yazar Lady Mary W. Montagu)

*Türk’ün ahlâkî seciyesi çocukluğunda aldığı iyilik telkinleriyle veya farazi ahiret tehdidiyle değil, çevrelerinde fenalık görmemek sureti temelinde oluşur (Danimarka’lı Filozof Thomas Thorsten

*Türkler kahramadırlar, dostlarına zarar vermezler. Bu yüce millet tuttuğu eli bırakmaz, sözünden dönmez, iyi ve kötü günlerde dostundan ayrılmaz. Böyle bir ulusla el ele vermek yeryüzünde her zorluğu yenmek için sonsuz bir güç ve yetenek kazanmak demektir. (Çek Bilgini Jon Amos Comenuis – 163)

*Türkün şefkat ve insaniyet duygusunu inkâr mümkün değildir. Bu duygu insanı atâlete sevk edip teşkilâtı düzensiz bir toplumun bir derdine tek çâre demektir. Türk ırkının soyluluğunu gösteren diğer duygular, yâni en küçük iyiliklere karşı besledikleri minnet ve şükran duygusu, ölmüşlere karşı besledikleri minnet ve şükran duygusu, büyük bir nezâketle yapılan misâfirseverlik âdeti, hayvanlara saygı alışkanlığı gibi faziletlerin inkârı da mümkün değildir.  (İtalyan Edebiyatçı Edmondo De Amics – 1900)

*Türk, Heredot’tan ve Tevrat’tan çok daha eski yüzyılların tanıdığı bir millettir. Sâdelik içinde görkemi, sükunet içinde ihtişamı, tahakküm kabul etmeyen bir yüreklilik, alabildiğine geniş bir fetih aşkı, bölgelere ve inançlara uymaktan daha çok, bölgeleri ve inançları kendine uydurma zevki ve alışkanlığı Türk milletinin asırlar dolduran târihinde açıkça görülür. Ülkeleri değil kıtaları altüst etmişler ve korkunç saldırılar karşısında sarsılması hiç de kolay olmayan egemenliklerini yaratmışlardır. Kısacası târih, Türklerden çok şey öğrenmiştir. (Alman Tarihçi Hammer)

*Türk dilini incelerken insan zekâsının dilde başardığı büyük mûcizeyi görürüz. Türkçe bir dilbilgisi kitabını okumak, bu dili öğrenmek niyetinde olmayanlar için bile gerçek bir zevktir.  Dilbilgisi ile alâkalı biçimlerin belirtilmesindeki ustalık, ad ve eylem çekimi sistemindeki düzenlilik, bütün dil yapısındaki saydamlık ve de kolayca anlaşılabilme yeteneği, insan zekâsının dil aracıyla beliren üstün gücünü kavrayabilenlerde hayranlık uyandırır. Türk dilindeki duygu ve düşüncenin en ince ayrımlarını belirtebilme, ses ve biçim öğelerini baştan sona dek düzenli bir sisteme göre birbiriyle bağdaştırıp dizileme gücü bize, insan zekâsının dilde yarattığı mûcizeyi gösterir. Birçok dillerde bu gibi olaylar gözden perdelenmiştir; onlar çözülmez kayalar gibi karşımızda durur ve ancak dilcinin mikroskobuyla dil yapısındaki organik öğeler ortaya çıkarılır. Türk dilinde ise, her şey saydamdır, apaçıktır. Dilin iç ve dış yapısı, berrak kristal bir arı kovanı yapısını seyrediyormuşuz gibi ortadadır. (Alman Filolog Friedrich Max Müller)