Kimilerine göre Bahar Bayramı, kimilerine göre de İşçi Bayramı.

2008 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde kabul edilen bir kanun ile ‘Emek ve Dayanışma Günü’ olarak ilân edilmişti. 2009 yılında ‘Resmî Tâtil’ olarak kabul edildi.

Hâfızâlarda kalan izlere göre 1 Mayıslar, ülkemizde kardeş kanının akıtıldığı korkulu günlerdir.  Geçmiş yıllarda, neyi kutladıklarını bilmeyen sorumsuz kuruluşlar ve kötü niyetli insanlar, kanlı çarpışmaları, yağmalamaları, vitrin camı kırma eylemlerini, sopayla yerdeki çiçekleri dövme çirkinliklerini…  kızıl bayraklar açarak gerçekleştirdiler. O günler, bizim acılı günlerimizdir.

Ülkemizde, işçilerle ilgili hiçbir olumlu gelişmenin oluşum târihi 1 Mayıs değildir. Türkiye’de 3008 Sayılı İş Kanunu’nun kabul edildiği 1 Temmuz  (1936) günü,  İşçi Bayramı olarak kutlanması daha uygun bir gün olarak düşünülebilir. 

1 Mayıs Bahar Bayramı da değildir. Bahar Bayramı’nın kutlanması için geleneklerimize göre en uygun gün, Rûmî takvime göre 23 Nisan’a, Milâdî takvime göre 6 Mayıs’a denk gelen Hıdrellez’dir.1 Bütün Türk Dünyası’nda bilinen bir gündür. Kırım’da Tepreş 2  adı ile kutlanır.   O halde 1 Mayıslarda sokağa dökülenler neyi kutluyorlardı? Emek ve Dayanışma Günü ile sokağa dökülenlere gerekçe verilmiştir.

Bir Mayıs’ın Kökeni

1 Mayıs, komünist rejimin hüküm sürdüğü ülkelerde, eski târihlerden kalma köhnemiş bir âdetin uygulama günüdür. Ve o âdetin günümüzde hâlâ devam ettirilmek istenmesi, bir kızıl irtica olayıdır. Yakın târihlerde en geniş kapsamlı 1 Mayıs kutlamaları Moskova’da düzenlenmekteydi. Bir tarafta Komünist Partisi, diğer tarafta işçi sendikaları, Kızıl Meydan’ın farklı köşelerinde 100.000 kişilik  gruplar, 1 Mayıs için bir araya gelirdi.

 1800’lü yılların ikinci yarısından itibaren Amerika Birleşik Devletleri (ABD) sanayileşme sürecini yaşıyordu. İşçiler, günde 16-18 saat çalıştırılıyorlar, fazla mesâi hakkından faydalandırılmıyorlardı.  Bu durumu protesto etmek üzere 1 Mayıs 1886 târihinde,  Chicago şehrindeki işçiler bir gösteri düzenlediler. Gösteride, yağmalama olayları yaşandı. Kalabalıkları dağıtmak isteyen emniyet güçleri ateş açmak mecburiyetinde kaldı. Açılan ateş sebebiyle ölenler, yaralananlar oldu. İşçiler, ölüm olayını protesto etmek için 4 Mayıs günü yeniden toplandılar. İşçilerle polisler arasında çıkan çatışmalar sırasında her iki taraftan da onlarca kişi öldü, yüzlerce kişi yaralandı. Bu sebeple 1 Mayıs gösterilerinin kanlı bir şekilde kutlanması, âdetâ gelenek hâline getirildi. Amerika’da başlayan 1 Mayıs kutlama alışkanlığı,  Rusya’da geliştirilmiş, dünyâya buradan yayılmıştır.  Rusya’da yapılan törenlerde kapitalizme, sömürüye, global sömürgeciliğe, adâletsizliğe, eşitsizliğe, savaşlara, baskılara ve yasaklara karşı tepkiler dile getirilir. Çok sıkı güvenlik tedbirleri sebebiyle cam kırma, yağmalama eylemlerine rastlanmaz.

1 Mayıs kutlamaları özellikle;  emeğin, sermâye tarafından dâima sömürüldüğüne inanıldığı ortamlarda ve zaman içerisinde, sol çevrelerin, sendikaların ve sermâye aleyhtarlarının kışkırtmalarıyla daha da sertleşti. Diyalektik materyalizmden beslenen bu kışkırtmalar, uygun gördükleri kişilerin kafalarına; önce, işçi ile patronun bir araya gelemeyeceği görüşünü yerleştirdiler. Sonra da özellikle işçi kesimini en büyük sömürgen olarak gördükleri patronlara düşman hâline getirdiler.  Günün birinde, işler çığırından çıktı, 1 Mayıslar, sağ-sol çatışmalarının arttığı kanlı eylemler günü oldu.

İşçi kesimi ve temsilcileri; 1 Mayısları, çalışanlar arasında birlik, dayanışma ve haksızlıklarla mücâdele günü, emeğin hak talebi günü olarak kabul ettiklerini belirtiyorlar. Birlik, dayanışma ve haksızlıklarla mücâdele… Bunlar takdirle karşılanacak kavramlardır. Bu temiz kavramların kanla kirletilmemesi arzu edilir. Hakları, imtiyazlılar ve gücü temsil edenler arasında paylaştıran düzeni savunmak ne kadar yanlış ise; bu yanlışlığı, vurup kırmalarla - kan dökerek önlemeye çalışmak da o derece zararlıdır. Târihte, hak arayışlarında ölçüyü kaçıranların hayatlarını kaybettikleri çok görülmüştür.

Bizde 1 Mayıs

Ülkemizde ilk 1 Mayıs kutlaması, 1909 yılında gerçekleştirildi. İkinci Meşrutiyet döneminde Üsküp’te, 1911 yılında Selânik’te, 1912 yılında İstanbul’da gösteriler yapıldı.  1 Mayıs 1921 târihinde İstanbul’da, Şirket-i Hayriye3  ve Tramvay işçileri gösteri düzenlediler.  1 Mayıs 1922 târihinde İmalât-ı Harbiye4  işçileri Ankara’da  1 Mayıs için miting düzenlediler. 1923 yılına gelindiğinde, gösteriler; Mersin, İzmir, İzmit ve Adapazarı’na yayıldı.  1924 yılında işçilerin fazla olduğu daha çok merkezde toplantılar düzenlendi. 1925 – 1932 yılları arasında 1 Mayıs gösterileri yasak kapsamında kaldı.  En büyük işçi eylemi, 1 Mayıs 1976’da gerçekleştirildi. 1 Mayıs 1977 târihinde İstanbul’da, Taksim Meydanı’nda yapılan mitingde, 34 kişi can verdi, 93 kişi yaralandı.  12 Eylül 1981 târihinde, Türkiye’de 1 Mayıs günü, resmî tâtil olmaktan çıkartıldı, 1 Mayıs kutlamalarının meydanlarda gerçekleştirilmesi yasaklandı. 1996 yılına kadar 1 Mayıslar kapalı salonlarda kutlandı. Yasaklamadan sonra salon dışındaki ilk 1 Mayıs gösterileri 1996 yılında, Kadıköy’de yapıldı. Bu gösterilerde, mağazaların vitrin camları kırıldı, yağmalamalar oldu, üç kişi öldü. Frenleyemediği yıkıcı - kırıcı emellerini, çiçekleri beyzbol sopası ile döven kızın fotoğrafı, bu gösterilerin sembolü olarak zihinlere yerleşti. 

*   *   *

Günümüzde,  soğuk savaş dönemi gerilerde kaldı.  İşçileri, kanlı savaşlara âlet eden komünist rejim yıkıldı. Terörist eylemlerle hak aramaya kalkışanların bir kısmı, yaşama haklarını bile kaybettiler. Kin ve nefret kusarak, kan dökülerek hak elde edilemeyeceği anlaşılmış olmalı.  Devlet, 1 Mayıslara anti sol söylemlerle karşı çıkıyordu. Sağduyulu insanlarımız,  hak arayışları ile vitrin camı kırmak - yağmalama yapmak arasında bir ilişki kuramıyordu. Bu sebeple 1 Mayıs’larda korkular içerisinde idi.

Milletlerarası ekonomik bütünleşmeler sebebiyle yabancı sermâye, artık sınır tanımıyor. Bu gelişmeler; yeni istihdam alanları oluşturacak yerde, ekonomik krizlerin yaşanmasına, işsizler ordusunun büyümesine yol açıyor. Günümüzde;  işsizlere iş temin edilmesi problemi,  herhangi bir işe sâhip olanların haklarının alınması çalışmalarının önüne geçti. O halde, kapalı salonlarda yapılacak açık oturumlarda ilmî araştırmalar ürünü olan tezlerle ve tebliğlerle bu problemlere çözüm aranması dönemindeyiz.

ÜÇ MAYIS: TÜRK MİLLİYETÇİLERİ GÜNÜ

Dönemin Başbakan Şükrü Saraçoğlu, 5 Ağustos 1942 târihinde yapılan güven oylamasından sonra; ‘Biz Türküz, Türkçüyüz ve dâima Türkçü kalacağız’ Demişti. Türk milliyetçilerinin fikir önderlerinden Hüseyin Nihal Atsız, bu beyan üzerine yayınlamakta olduğu Orhun Dergisi’nde Başbakan Saraçoğlu’na hitâben iki açık mektup yayınladı. Mektuplarda; Özellikle Millî Eğitim Bakanlığı’nda, Komünizme hizmet edenlerin bulunduğunu ihbar ediyor, bunların tasfiye edilmesini talep ediyordu. Tasfiye edilenler Türk milliyetçileri oldu. 24 kişi mahkemeye verildi. Sanıklar 3,5 yıl süren mahkeme sırasında ‘tabutluk’ denilen tek kişilik hücrelerde çok ağır işkencelere mâruz bırakıldı. Fakat hiçbiri eğilmedi, düşüncesinden ve mücâdelesinden geri adım atmadı. Her birine devlet memuriyetinden ihraç ve sürgün cezâları verildi.  Mahkeme kararı temyiz edildi. Askerî Yargıtay bütün sanıklar için beraat kararı verdi.

Dâvâ; -resmî çevrelerin ve solcuların kasıtlı ve yanlış bir isimlendirmesi ile- Irkçılık – Turancılık Dâvâsı olarak adlandırılmıştı.

Serbest kaldıktan sonra Milliyetçi Gençliğin de katılımıyla yapılan toplantılarda duruşmaların başladığı 3 Mayıs günü, ‘Türkçülük Günü’ ilân edildi. Günün adı sonraki yıllarda mahkeme sanıkları arasında bulunan Alparslan Türkeş tarafından, ‘Türkçülük kelimesi ırkçı düşünceyi çağrıştırıyor’ diyerek değişiklik yaptı ve ‘Türk Milliyetçiliği Günü’ isimlendirmesi benimsendi.

----------------------------

Soyadına göre  alfabetik  sıralama ile  Türkçülük Dâvâsı’nın mağdurları: 1- Fehiman Altan, 2- Hüseyin Nihâl Atsız, 3- Nurullah Barıman, 4- Sait Bilgiç, 5- Hasan Ferit Cansever, 6- Muzafer Eriş, 7- Cihat Savaş Fer, 8- Orhan Şaik Gökyay, 9- Fâzıl Hisarcıklı, 10- Mehmet Külahlıoğlu, 11- Hüseyin Nâmık Orkun, 12- Fazlıoğlu Cemal Oğuz Öcal, 13- Hamza Sâdi Özbek, 14- Necdet Özgelen, 15- Necdet Sançar, 16- M. Zeki Soğuoğlu, 17- Cebbar Şenel, 18- Hikmet Tanyu, 19- Zeki Velidi Togan, 20- İsmet Râsih Tümtürk, 21- Alparslan Türkeş, 22- Reha Oğuz Türkkan, 23- Hibetullah İdil ve 24- Yusuf Kadıgil

KELİMELERİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ 2

Prof. Dr. MEHMET MAKSUDOĞLU

HAYAT - ÖMÜR  -  YAŞAM / YAŞANTI

Hayat ve Ömür kelimeleri,  1000 yıldır içinde yoğurulduğumuz İslâm kültürünün verimi olarak dilimizde yaşamakta iken, mânâsız Arapça düşmanlığı yüzünden bu kelimelere karşılık arayan zihniyet, ‘yaşamak’ fiilinden ‘yaşam’ diye bir kelime uydurdu ve başlıca iletişim vâsıtaları olan gazeteler ve televizyon kanalları yoluyla yayıldı. Türkçemizin fakirleştirilmesi ve yavanlaştırılması yolunda kocaman bir adım atılmış oldu. Bâzıları da ‘yaşantı’ kelimesini aynı mânâda kullandı. Halbuki    -ntı soneki, fiil köküne eklenerek, ‘küçüklük’, ‘azlık’ anlatır: kırıntı, süprüntü, gibi. Bu kelime, ‘kısa süren rûhî tecrübe, hâl’ karşılığı kullanılabilir.

Hayat ve Ömür kelimelerini dilden atarsanız, bu kelimelerin geçtiği, milletin olaylarını nakleden hikâyeleri, romanları, duygularını anlatan şiirleri, şarkıları, birkaç nesil sonrakiler anlayamaz duruma gelirler.

Öte yandan, ‘dirilik’ mânâsına gelen bu iki kelimenin kullanılışı da farklıdır: Hayât, insanın yaşadığı belli bir devre için kullanılır: Meslek hayâtı, askerlik hayâtı, siyâsî hayât … gibi.

Ömür ise, insanın doğumundan başlayarak, diriliğinin bütün safhaları, HEPSİ için kullanılır: ‘Ömrümde  yurtdışına çıkmadım’, ‘ömrümde böyle bir olayla karşılaşmadım’ gibi.

Yaşam kelimesinin kuruluşu da sakattır. Yaşa-mak fiilinin masdar eki mak atılıyor, kök’e M eklenerek bu tuhaf kelime meydana getiriliyor: yaşa-m.  Bunu uyduran okumuş câhillerin bilmeleri gerekir ki, fiil köküne eklenen M eki, BİR DEFA OLUŞ anlatır:

Doğ-mak  masdar eki atılıyor, M ekleniyor: Doğ (u)m. u, kaynaştırma sesi/harfi.

Aynı şekilde: öl(ü)m.  İnsan, bir defa doğar, bir defa ölür.

Yazık, Türk dilinin başına, haddini bilmez hevesliler elinde böyle tuhaf işler geliyor.

Türk Kültüründe HIDRELLEZ

Kelimenin doğrusu:  ‘Hızır İlyas’tır. Hızır, ölümsüz olduğuna inanılan bir peygamberin adıdır. Çâresiz kalan inançlı insanlar, çözüm bulunup rahatladıklarında; ‘Hızır, imdadıma yetişti!’  derler. Burada ismi geçen Hızır, ölümsüz hayata mazhar olan Hızır Aleyhisselâm’dır.

Hızır Aleyhisselâm, kendisi gibi peygamber olan ve ölümsüz hayata sâhip bulunan İlyas Aleyhisselâm ile Hıdrellez günü buluşmuşlardır. Ve o gün, dertlilere devâ, hastalara şifâ, gönüllere safâ dağıtmışlardır.

Musâhip-zâde Celâl, eski halk âdetlerini çok iyi bilen bir yazarımızdı. ‘Eski İstanbul Yaşayışı’  isimli eserinde Hıdrellez’i, Hıristiyanların Noel babası’na benzetir. Musâhip-zâde şöyle anlatır:

‘Noel, kışın kar yağarken gelir, çocuklara hediyeler getirir. Bizim İlyas Baba’mız ise, baharın müjdecisidir. Pembeli, sarılı, allı – morlu bahar çiçeklerinden yapılmış cüppesi vardır.’

İnsanlarımız; kırmızı kesecikleri geceden gül dallarına bağlardı. Hıdrellez’in veya eski deyimi ile Hızır İlyas’ın bereket getirmesi için keseleri bağlarken besmele çekilirdi. Açarken de besmele ihmal edilmez, Hızır İlyas, keseye para koymamışsa kimse üzülmezdi. Kesenin dolması için gelecek Hıdrellez gününe kadar beklenmesi gerektiğini bilirdi. Yine olmazsa, dilek tekrarlanır, Hızır İlyas’ın, mutlaka imdada geleceğine inanılırdı.

Genç kızlar, gül fidanlarının dibine koydukları toprak çömleklere kendilerine ait yüzük, küpe, düğme ve kolye gibi eşyalar koyarlar, Çömleğin ağzı bir yemeni ile bağlanırdı. Umulurdu ki Hıdrellez, kırmızı pabuçları ile bastığı yerlerde renk renk çiçeklerin açılmasına vesile olarak gelecek, elindeki değneğini dokundurduğu gül fidanlarında güller açacak, gül dibine konan çömleğe, dilek sâhibinin kısmetini bırakacak. Sonra, bülbüllerin aşka gelip dem çekmeye başladığı saatlerde, geldiği gibi sessizce kayıp gidecek. Ardında canlı bir bahar bırakarak…’

Eski İstanbul’un keyif ehli insanları, baharın Hıdrellez ile geldiğini düşünürlerdi. O gün çantasını – sepetini  ‘nevâle’  denilen pratik yiyeceklerle doldurur; Kâğıthâne, Çırpıcı, Veli Efendi, Okmeydanı Çayırı’na, Çamlıca’ya, Fikirtepesi’ne veya Beykoz Çayırı’na giderlerdi. Sevenlerin sarılışması dileğiyle sarmalar, ambarların dolması dileğiyle dolmalar yapılırdı. Renk renk boyalarla süslenmiş yumurtalar, zengin ve fakir…, herkesin vazgeçemediği nevâle idi.

Hıdrellez günü yeşermiş çayırlarda, önde davul veya darbuka, zilli maşa, keman ve ud çalan sâzendelerin bulunduğu kişiler olmak üzere beşer – onar kişilik ekipler, sabahtan akşama kadar yeşillikler arasında dolaşıp dururlardı.

Eski zamanlarda Hıdrellez, mutlaka kutlanması gereken önemli bir gündü. 6 Mayıs, binlerce yıldan beri Anadolu’dan Balkanlar’a, Orta Doğu’dan Kafkaslara kadar uzanan Türk Kültür coğrafyasında halkın bahar bayramı olarak kutlanmaktadır.

Türkistan coğrafyasının doğu kesiminde; Bağımsız Türk Cumhuriyetleri ile Çin’in işgali altında bulunan Doğu Türkistan’da Hıdrellez kutlamaları çok yaygın değildir. Denilebilir ki Türkler; Hıdrellez’i, Orta Doğu’ya ve Anadolu’ya geldikten, Balkanlara geçtikten sonra bir eğlence günü olarak değerlendirmeye başlamışlardır.