Yozgat’ın Boğazlıyan ilçesinde kaymakam iken, Türk Ordusu’nu arkadan vuran Ermeniler hakkında, hükümet mecburî sevk ve iskân kararı almıştı. Kemal Bey, bu kararı uyguladı. Mütâreke yıllarında Ermenilerin kışkırtması ile İngilizler, Kemal Bey’in mahkemeye çıkartılmasını istediler. DâmâtFerid Paşa hükümeti, İngilizlerin baskısına boyun eğerek mahkemeye baskı yaptı. Kürt asıllı Nemrut Mustafa Paşa başkanlığındaki mahkeme idam kararı verdi. Karar infaz edildi. İdam sehpasında Kemal Bey’in son sözleri: ‘Ne yaptıysam vatanım, milletim için yaptım. Yaşasın vatan’ Oldu.  Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi, şehit kaymakamın: ‘Çocuklarımı Türk Milleti’ne emanet ediyorum’  Sözüne uygun olarak eş ve çocuklarına şehit aylığı bağladı.

Devlet hizmetinde bir ömür tüketmiş olan emekli gümrük müdürü Ârif Beyin oğlu olarak dünyâya geldi. Antalya ve İzmir liselerinde okuduktan sonra Mülkiye Mektebi olarak anılan Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni 1908 yılında pekiyi derece ile bitirdi. Beyrut ve Cezayir Büyükelçiliklerindeki görevlerinden sonra Toyran, Gebze ve Karamürsel kaymakamlıkları yaptı.  Son görevi Yozgat’ın Boğazlıyan ilçesi kaymakamlığı idi. Bu sebeple ‘Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Beğ’ olarak anılır. Aynı zamanda mutasarrıf vekili idi. Bu görevi O’nun, yakın bir gelecektevâliliğe terfi ettirileceğinin işâreti olarak kabul edilir. 

Osmanlı – Rus Harbinde,  Ruslara yardım maksadıyla Türk askerini arkadan vuran Ermenilerin bölgeden uzaklaştırılması, Batı Anadolu’nun değişik yerlerine ve savaş alanı olmayan Anadolu dışındaki şehirlere yerleştirilmesi kararlaştırılmıştı.  Kemal Bey, yerleştirme işlemlerine nezâret etmekle görevlendirildi. Birinci Dünya Savaşı, Almanya’nın mağlûbiyeti ile sonuçlanınca, Osmanlı devleti de mağlup sayılmış ve İtilâf Devletleri tarafından İstanbul işgal edilmiş, Anadolu’nun değişik bölgeleri de aralarında paylaşılmıştı.  Ermeniler, işgalci İtilâf Devletleri’nin Türkiye’deki temsilcilerini ikna ettiler. Temsilciler, yönetim kadrolarında bulunan bakanları ve üst düzey bürokratları yönlendirdiler. Ermenilere kötü muamele ettiği iddialarıyla Kemal Beğ mahkemeye sevk edildi. Baskı altındaki mahkeme idam kararı verdi. Karar, 10 Nisan 1919 tarihinde Beyazıd Meydanı’nda infaz edildi.

Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Beğ’in asılarak şehit edilmesi, büyük üzüntüye yol açan bir cinâyet idi. Üstelik, tek değildi. Haksızlıklar ve insanlık dışı uygulamalar, Millî Mücâdele taraftarlarının bağımsızlık heyecanını ve azmini artırdı. O heyecanla, idamdan 39 gün sonra 19 Mayıs 1919’da kurtuluş mücâdelesi başlatıldı.

Sonraki nesiller millî şehidimiz Kemal Beğ’i unutmadılar. Yozgat’ta Şehit Kemal Bey İlköğretim Okulu inşa edilip hizmete açıldı. Ayrıca Kemal Bey Ormanı oluşturuldu.

Mahkeme, mahkeme olmaktan çıkmış, evvelden verilen bir emrin yerine getirilmesine memur bir heyet hâlini almıştı. Heyet, kendisine emredileni yaptı ve kararını açıkladı: İdam!

Kemal Bey’i, Bayazit Meydanı'na çıkardılar. Son sözü soruldu. O zaman, Kemal Bey, halka hitap etti: ‘Sevgili vatandaşlarım! Ben bir Türk memuruyum. Aldığım emri yerine getirdim. Vazifemi yaptığıma inancım ve vicdanım emindir. Sizlere yemin ederim ki ben mâsumum, son sözüm bugün de budur, yarın da budur. Ecnebî devletlere yaranmak için beni asıyorlar. Eğer adâlet buna diyorlarsa, kahrolsun böyle adâlet!’ Heyecandan boğulan çâresiz millet bir ağızdan cevap veriyordu:

-Kahrolsun böyle adalet!İstilacı devletlerin emri üzerine alınan karar, infaz edildi.

*   *   *  

Sirkeci Gümrük Müdürlüğü'nden emekli Ârif Bey, oğluna yemek getirmişti. Acı gerçeği öğrendi. Bayazıt meydanına koşarak geldi. Sehpada sallanan, oğlu Kemal Bey'in cesediydi! Bir feryat kopararak yere yığıldı.

İdamda hazır bulunmak üzere Bayazıt'a gelmiş olan Merkez Kumandanı Osman Şâkir Paşa, o tarafa doğru koştu. Ârif Bey'in perişan hâlini görünce sordu:

-Kimsiniz?

--Babasıyım.

Osman Şakir Paşa birden kıpkırmızı kesildi, titremeye başladı:

-Emriniz?

-Evlâdımı bana veriniz?

Derhal emir verildi. Kemal Bey'in cesedi sehpadan indirildi. Bahtsız baba hıçkırıklar içinde sarsılarak, oğlunun henüz tamamiyle soğumamış cesedine kapandı.

Ertesi gün, bütün İstanbul ayaklanmıştır. Özellikle yüksek tahsil gençleri cenâze evinin önünü doldurmuştu. Üzerinde ‘Türklerin büyük şehidi Kemal Bey’ yazılı bir çelenk getirmişlerdi.

Cenâzemerâsimi, terör ve baskıya rağmen, çok manâlı ve muhteşem oldu. Kadıköy İtfaiye Karakolu önündeki bir takım asker, cenâze geçerken, kendiliğinden selâm durdu. Her adımda kalabalıklaşan cenâze alayının geçtiği sokaklardaki evlerden kadınlar hıçkırarak gözyaşları ile mâteme iştirak ettiler. Tabut, gençlerin elleri üzerinde, muhteşem bir kalabalıkla Kuşdili'ne, Mahmud Baba Türbesi'ne götürüldü.Cenâzenin başucunda konuşanlar genç, milliyetçi öğrencilerdi. Bir Tıbbiyeli gencin feryadını, arkadaşları gözyaşları içinde dinledi.

GENÇLİK VE YAŞLILIK

Gençlik hayatın bir safhası değil, bir akıl hâlidir. Yıllar cildi buruşturabilir.  Önemli olan ruhtur. Ruhlar, heyecanların bitişiyle buruşur.

İnsan kendisine olan güveni kadar genç, endişeleri kadar yaşlı, cesâreti kadar genç, korkuları kadar yaşlı, ümidi kadar genç, bezginliği kadar yaşlıdır.

Hiç kimse, fazla yaşamış olmakla yaşlanmaz. İnsanları yaşlandıran, ideallerinin, heyecanının, çalışma ve insanlığa faydalı olan azminin bitmesidir. 

Kalbi sevdikçe, küçük olaylarla bile mes’ut olabildikçe, güzellikleri fark ettikçe, beyni yeni şeyler keşfettikçe… herkes gençtir.

İnsanlar yaşadıkça yaşlandıklarını zannederler. Hâlbuki insan yaşamadığı zaman yaşlanır. İnsan, yaşlı olduğunu düşündüğü zaman yaşlanır.

William EwvartGladstone

ÖZLÜ SÖZ: Müslüman İslâm’a çağın gözüyle bakmaz. İslâm’ın gözüyle çağa bakar. - RâsimÖzdenören

ARAL GÖLÜ

İnsan toplulukları, coğrafya parçalarını vatan hâline getirirler. Seçim sırasında, yerleşilecek toprakların zenginliği ön planda tutulur. Su, toprak zenginliğini sağlayan en önemli unsurdur. Aral Gölü, böyle bir zenginliğin merkezi olduğu için Türk topluluklarını kendisine çekmiştir. Târihî adıyla Amu Derya ve Siri Derya, günümüzdeki isimleriyle Ceyhun ve Seyhun ırmakları, asırlar boyunca Aral Gölü'ne hayat taşıdılar.

Aral Gölü'nün ölüm fermanı, Stalin döneminde imzalandı. Stalin, pamuk üretimini artırmak istedi. Kendisine, SSCB'de yeterli miktarda pamuk üretildiği söylendi. Dinlemedi. Dönemin Özbekistan Başbakanı Hocaev; ‘İnsanlar pamuk yemez.’ diyerek karşı çıktı. Özbekistan Komünist Partisi Genel Sekreteri İkramov, alternatif ziraat politikaları için projeler hazırladı. İnsanoğlunun tanıdığı en vahşi insan kasabı olan Stalin, Türk soyundan insanların neslini yok etmek için kararlıydı. Kendisine karşı çıkanların hepsini, ‘Burjuva milliyetçileri - rejim düşmanları’ diyerek idam etti.

Stalin'den sonra göreve gelen yöneticiler ve özellikle Brejnev, aynı jenosid - soykırım cinayetlerine devam etti. Bölgede uygulanan tarım politikalarını tenkit eden Rus ilim adamları, çeşitli baskılarla susturuldu. Acı gerçek Gorbaçov döneminde görüldü. Fakat artık iş işten geçmişti.

Türk yurtlarını sömürerek gelişen Sovyetler Birliği, ‘daha fazla pamuk’ sloganı ile Aral’ı besleyen ırmakları pamuk tarlalarına yönlendirmeden önce Aral’ın yüzölçümü 68.000 kilometrekare idi. Bir karşılaştırma yapmak gerekirse, yüzölçümü 11.500 Km olan Marmara Denizi’nin yaklaşık 6 katı büyüklükte idi.  Günümüzdeki yüzölçümü ise 6.000 Km’den daha azdır ve her geçen gün, daha da azalmaktadır. Su yüzeyinin deniz seviyesinden yüksekliği de 53 metreden 10 metreye inmiştir. Ölüm fermanının imzalandığı târihlerde, içerisinde 25 ayrı çeşit balık yaşayabiliyordu.

Aral Gölü'nü, çağımızın en büyük tabîi felâketi hâline getiren gelişme, bu değişiklerle meydana geldi. Gerek su seviyesinin azalması, gerekse tarım alanlarında kullanılan ilâç artıklarının su yolu ile Aral Gölü'ne gelmesi sebebiyle,   su canlıları tamamen yok oldu. Gölün kuruyan bölümlerinden kalkan toz bulutları çevreye ölüm saçmaktadır. Fakirlik sebebiyle başka yerlere göç edemeyen çevre insanlarını gördüğünüzde içiniz acır. Tarlasında çalışan bir deri - bir kemik zayıflığında, dişler çürümüş, saçlar dökülmüş veya ağarmış, gözler iki çukurda adeta kaybolmuş, ilerlemiş yaş sebebiyle bedenleri iki büklümdür. Bir hastânenin yoğum bakım bölümünde, destek ünitesine bağlı olarak hayata tutunması gerekirken ekmek parası için çalışmaktadır. 

İlerlemiş yaş… Görüntü, sizi aldatmıştır. Bölgede 50-55 yıldan fazla yaşayan insan yoktur. Sorunuz; ihtiyar zannettiğiniz o adam, 30-35 yaşındadır. Aral'ın başına gelen felâketler, onu 50 yaş ihtiyarlatmıştır. Aral çâresiz, insanları dermansız, siz üzgünsünüzdür. Ozan olsanız, türkü yakabilseniz... bir‘Aral Ağıtı’ çıkar ortaya. Dinleyenleri ağlatan...

Bir bölümü Kazakistan, bir bölümü de Özbekistan sınırları içerisinde bulunan Aral Gölü, ilim adamları ve çevreci kuruluşların ilgi odağıdır. Yıllar süren araştırmalar neticesinde çâre bulunmuştur. Fakat paraca destek bulunamadığından, gölün tamamen kuruması ve kapladığı alanın çölleşmesi engellenemiyor. Hızlı gidiş durdurulamazsa, 10 yıl sonra göl, çöl ortasındaki bir çukur olarak bölge coğrafyasındaki yerini almış olacak.

Aral Gölü çevresi Türk kültürünün doğum yeri değilse bile mutlaka beşiğinin sallandığı yerdir. 

Kazakistan Korkut Ata Kızılorda Devlet Üniversitesi’den ilim heyetinin Aral’ın 25 metre derinliklerinde yürüttüğü kazılar neticesinde ortaya çıkarılan Kerderi kümbetleri ve arkeolojik kalıntılar Anadolu’dakilerle aynı. Kazakistan’daki ‘Akiler’in, günümüze intikal eden ismiyle Ahi Teşkilatı’nın ilk kuruluş yeri burasıdır.

Tâkip edilen yol üzerindeki izler ve kalıntılardan, bölgede yaşayan insanların iki ayrı koldan ilerlediği tespit edilmiştir. İslamiyet’le şereflenen Oğuzlar, Selçuklular olarak Anadolu’ya, henüz Müslüman olmayan Oğuzlar ile Kıpçaklar ise Gürcistan’a gelmişlerdir. ‘Çıldır Atabekleri’ olarak anılan Kıpçaklar 1576’da Lala Mustafa Paşa, bölgede yaşayan Türk soylu insanların gönüllü yardımlarıyla Çıldır’ı fethedince, Atabek’i, İstanbul’a gönderdi. Atabek Müslüman oldu ve Mirza Çabuk adı verilerek ve vâli olarak vazifelendirilerek Çıldıra döndüğünde halkı da İslamiyet’le şereflenmiştir. Günümüzde kötü kaderleri sebebiyle içimiz yanarak  ‘Ahıska Türkleri’ olarak andığımız insanlar, Çıldır Atabekliği ahalisinin torunlarıdır.    

Kıpçaklar Aral Gölü çevresinden ayrıldıktan sonra çok geniş bir alana yayıldılar. Onların, Aral çevresindeki kayalar üzerine çizdiği motiflerin aynısı, günümüz Kırgızistan’ının bayrağında karşımıza çıkmaktadır.

Oğuzların güneş damgası Azerbaycan’daki kaplarda ve Erzurum’un Oltu İlçesi’ndeki koç ve koyun heykellerinde görülmektedir. Hıristiyan âleminin simgesi olan haç motifini, Kıpçakların halı ve kilim dokumalarında görebilirsiniz. Yarısı kartal, yarısı pars olan Dış Oğuzların ongunu Simurg kuşu figürü, İpek Yolu’nun her yerinde karşımıza çıkıyor. Tataristan ve Hakas Devletleri’nin arması, Kazakistan’ın millî simgesi olan Simurg, Hunlardan itibâren birçok Türk Devleti’nin yanı sıra Roma’nın kurucusu Tursakalardan meydana gelen Etrüksler aracılığıyla İtalya’da ve Almanya’da kullanılmaktadır.

Türkistan’da bulunan Bayındır’dan İzmir’deki Bayındır’a getirilerek gemilere yüklenen mallar, Kıpçaklar tarafından deniz yoluyla İtalya’ya taşınıyordu. Böylece Kıpçaklar, kültürlerini de Avrupa’ya getirmiş oluyordu. Orta Asya’daki Turan Denizi’nin Ege’de Tiran Denizi olarak karşımıza çıkması da bunlara örnek teşkil ediyor. Orta Asya’daki kaya resimleriyle İtalya ve bu bölgedeki amblemlerin sırrı budur.

Erzurum Atatürk Üniversitesi’nden Yrd. Doç. Dr. Tahsin Parlak, halı ve kilim motiflerini araştırmak için gittiği Kazakistan’da, Orta Asya’da yaşayan Türklerin Kıpçaklar aracılığıyla Avrupa’ya taşıdıkları kültürün izlerini buldu.

Araştırmacılar; Osmanlı Devleti’nin bayrağında yer alan üç hilalin, bozkırdaki yarı göçebe hayatı temsil eden Akkır’ı, İpek Yolu’nu anlatan Akyol’u ve ince şehir hayatını gösteren Akkurgan’ı simgelediğini belirtiyorlar.Denilebilir ki bu ince şehir hayatıyla kültür ve medeniyetin beşiği durumundayız. Ancak bugün batı, bizi yalnızca bozkır hayatıyla ön plana çıkarıyor. Orta Asya’daki kaya resimleri incelenirse, Türklerin binlerce yıl önce Bering Boğazı’nı nasıl aştığı, yeni dünyâya nasıl ulaştığı görülür.

DİYÂNET İŞLERİ BAŞKANLIĞI HAKKINDA…

Eğri otursak bile doğru konuşmak gerekir. Diyânet İşleri Başkanlığı’nın kadrosu, insanlarımıza İslamiyet’in ne olduğunu tam mânâsıyla anlatamamıştır. İnsanlarımızın büyük bir ekseriyetinin dinî bilgilerde açığı vardır. Bu açığın aileler tarafından, okulda sınıf veya din dersi öğretmenleri tarafından kapatılması mümkün olmamıştır.

Eğer mümkün olsaydı:

1-Zina günahının boy aptesti ile giderileceğini zanneden…

2-Perşembe akşamları veya Ramazanda içki içmenin günah, diğer gün ve/veya aylarda serbest olduğunu düşünen…

3-Yediği ve âile efradına yedirdiği lokmanın helâl olup olmadığına bakmayıp yalnızca domuz etinin haram olduğunu söyleyen…

4-Teravih namazları konusunda hassas davranıp farz namazları ihmal eden…

5-Ölünün yanında örtünüpdirinin yanında açılıp saçılan…

6-Peygamber (sav) Efendimizin dediklerini değil ‘şeyh efendi’nin dediklerini yapan…

İnsanlarımız olmazdı.  

BİLİYOR MUYDUNUZ?

Türk milliyetçiliği kültür tabanına oturtulmuştur. O tabanda etnik köken, ırkçılık, kabilecilik yoktur. O halde, ‘kabile milliyetçiliği’, ‘kafatası milliyetçiliği’ gibi hayalî kavramlar üzerinden temiz ve pak ‘Türk milliyetçiliği’ kavramını itibarsızlaştırmaya çalışmak, yanlıştır. Türkiye’de ancak Türk olmayanların milliyetçiliği ülkemizin bölünmez bütünlüğüne zarar vereceği için hoş karşılanamaz.

Türk milliyetçiliğinin tabanında; dil vardır. Din vardır, târih vardır, kültür vardır. Büyüklere saygı-küçüklere sevgi, vatanseverlik duyguları, efendilik, nezâket, çalışkanlık, dürüstlük, insanlığa hizmet anlayışı ve akla gelebilecek her türlü üstün vasıflar, insana değer kazandıran, eşref-i mahlûkat derecesine yükselten özellikler vardır. Bu özelliklerini geliştiremeyenlerin veya yeterli ölçüde sâhip olamayanların eğitimlerine katkıda bulunmak, daha akıllıca bir harekettir. Adına ‘milliyetçilik’ denmese bile vatan ve millet için çalışan insanların görevi budur. Bu olmalıdır.