MURAT KARAHAN

I M G 7753

Dün sabah telefon uzun uzun çaldı. Üç yılda, bu üçüncü arayışı idi. Topu topuna üç yılda, üç kez aranmak. İlkinde depremin ertesi günü aramıştı. Havaalanında olduğunu birazdan uçağa bineceğini söyleyip birkaç dakika ancak konuşmuştuk. İkincisinde annem vefat ettiği günün ertesi akşamı aramış, kaçamak cevaplarla bu telefon sohbeti de benim gibi öksüz kalmıştı. Bu üçüncü telefonu halimi hatırımı sorarak başladı. Sonra sana bir şey söylemek istiyorum… Ben yarın sana gelmek için yola çıkıyorum dedi. Ne diyeceğimi bilemedim. Alo, alo orada mısın sesiyle kendime geldim. Sahi gelecek misin dediğimde, evet gerçekten geleceğim dedi. Trenle geleceğini söyleyip telefonu kapattı. Tam üç yıl önce bırakıp gittiği gün yazdıklarım geldi kıran giren ömrümüze…

Açmıştın ömrüme bahar gibi renk, renk çiçeklerinle. Gidişinle karanlıklar çöktü şehrime. Oysa benim seninle küçükte olsa bir hayatım vardı. Hayalinle mutlu olup, hasretinle kendimi dağladığım. Yanındayken ben hep kısa cümleler kurardım. Uzun cümleler seni rahatsız eder diye korkardım. Az yer, az içer, az para kazanırdım. Anlayacağın hep ben kendimle ilgili aza tamah ettim. Ben çoğu bilirsin hep seninle istedim. Seni çok ama çokta sevdim. Dünya’yı bu küçük varlığımla hep önüne serdim. Sevgilim, ben aslında sende hep aşırıya kaçtım.

Zaten ne olduysa senle olan tarafımda çok aşırıya kaçmak oldu. Yani seni çok sevmek oldu.  Üzerine hep titremek, seni hep el üstünde tutmak oldu. Bir gün birlikte olacağımız hayaline öylesine kapıldım ki, ömrümü yoluna, uğruna heba ettim.

Olsun değip ömrüme kıran girdiğini bile çok sonradan fark ettim.

Ve bu ömrümde bir tek seni seçtim ve sen olmaz değip gittin. Sana her zaman söylediğim gibi küçük bir hayatım vardı benim içinde sen olan.

Aslında bende biliyorum hayattan imkansızı istedim oda olmadı...  

Senden sonra da ben yine kısa cümleler kuracağım.

Umudum bir gün yine yaşadığım bu küçük Dünyama dönmen olacak.

Varsa bir hakkım helal olsun ve varsa hatalarım affet beni sevgilim…

Yarın akşam yar gelecek, karşılamak lazım gül ile bülbül ile.  Her ne kadar neden geleceğini söylemese de gelsin de ne olacaksa olsun. Buradan Belgrad’a giderken sessiz sedasız kısa bir mesaj çekip gitmişti. Dün gibi aklımda, hiç çıkmadı ki. Ah yeşilim…

Küçük evimin bahçesindeki leylak ağacına astım hatıralarını

Dallarının altında kucak kucağa oturup sabahladığımız günlerin hatırına

Yıldızlar bu akşam getirsin kokunu serpiştirsin bahçeme

Göz kırpsın bu kez hayat bana ve kıran giren ömrümüze…

Birlikteyken her konuşmamızda hayal ettiğimiz bahçesi olan iki katlı eski taş evlerden bir tane satın aldım. Ama şairin dediği gibi “Neyleyim köşkü, neyleyim sarayı içinde salınan yar olmayınca” Eminim gördüğünde çok ama çok şaşıracak. Yüz yılın başından kalan mimarisi onu büyüleyecek. Altı ay boyunca her yerini nakış, nakış işledim. Ustalar ile tek tek her malzemesini bulup, küçük bir saraya dönüştürdüm. Ve yalnızca onunla bir hayat kurabilme hayaliyle tamamladım. Bir gün gelir diye çok sevdiği çivit mavisi karolarla zeminini döşettim. Bahçesine sardunyalar, lavantalar ektim.  Kırmızı eski ev kapısını bulmak için, kaç defa Edremit’e gittim kaç eskici, antikacı dolaştım sayısını unuttum. Salona serdiğim zerdeçal renkli Balıkesir kilimleriyle, Kapalıçarşı’dan aldığım yağlı boya tablolarla duvarlarını süsledim. Evin her katını iç mimar arkadaşım ile tasarlayıp tamamladım. Gördüğünde eminim bayılacaktır.

Derken telefon çaldı. Birazdan trene bineceğini yarın öğlenden sonra ineceğini ve kendisini karşılamamı istedi. Karşılamak mı? Şaka mı bu tabi ki karşılayacağım. Üç yıl sonra kendi isteği ile çıkıp gelecek. Yirmi dört saatten kısa bir süre sonra yeşil gözlerine tekrar bakma fırsatım olacak. Kör olası mesafeler. İnanası gelmiyor insanın, hadi hayırlısı. Ne yapsam ki, yirmi dört saate hangisini sığdırsam yapacaklarımın. Sevdiği yemeklerden mi başlasam, kendime çeki düzen vermek için berbere mi gitsem. Neyse ki ev her zaman ki gibi bürü pak tertemiz. Yarın salonun masasındaki boş vazoya beyaz güllerden alsam hiç fena olmayacak. Ha birde sabahtan ilk işim arabayı yıkatmak. Hepsini tek tek yazdım telefonumun not defterine…

Sen gittiğinden beri bir gün olsun halimi soran mı oldu

Ne zümrüt yeşili güzellere, nede cennet kokan kadınlara

Ne zülüm sevicilerine, nede arkamdan konuşan puştlara

Ne bakacak gözüm, ne söyleyecek sözüm, nede vuracak gücüm vardı…

Aylardan Haziran gün batımına bir iki saat var. Bütün hazırlıklarımı tamamlayıp evin yolunu tuttum. Yolların kenarında ay çiçek tarlaları yavaş, yavaş başkaldırmışlar. Gelincikler güneşin batışıyla kapanıyorlar içlerine. Evin önüne arabayı park edip, aldıklarımı büyük bir heyecanla kırmızı kapının önüne koydum. Kapıyı açıp birer, birer mutfağa taşıdım. İçimdeki sevinç mor dağların bin bir çiçeğine dönüşmüş durumda. Bugün onlarca kez sordum kendi kendime. Manavdan, berberden, çiçekçiden çıkıp koşuşturduğum anlarda aklımdan bir türlü çıkmadı deli sorular. Neden geliyor ve artık kalacak mı benimle. Söz verdiği gibi evlenecek mi benimle. Yada tekrar çekip gidecek mi Belgrad’a. Allah’ım ne olur saman alevi gibi olmasın bu rüya, bu umutlar, bu bekleyiş, bu mutluluk…

Saat gece yarısını geçti ve işim yeni bitti. Kırım’ın özel yemekleri, tatlıları, evin temizliği derken ben bitik durumda yatak odasına sürünerek çıkıyorum. Bir yandan da elimdeki telefona yazdığım notlarıma bakıyorum, atladığım bir şeyler var mı diye. Telefonun saatini sabah sekize kurup kendimi atıyorum yatağa…

Sabahın ilk ışıklarıyla uyandım. Doğrusu boşuna kurmuşum saati. Zaman geçmek bilmiyor. Kendimi nasıl mı hissediyorum? Bozkırın tam ortasında yaşlı bir akasya ağacı gibi. Üst dallarında küçük tarla kuşları annelerini bekliyorlar. Bu kurak bozkırın ortasında belki bulur birkaç kuru buğday tanesi ve ağzından getirip, yavrularına verir diye. Halim, bir kuru buğday tanesi bekleyen yavru kuşların telaşlı hali. Gökyüzü okyanus mavisi, bahçedeki limon ağacına konan saksağan kuşunun ötüşü bir başka. Alt kattan kedimin miyavlaması geliyor, kapıyı aç bahçeye çıkacağımın miyavlaması bu. Merdivenlerden inip, kapıyı açıyorum. Kedim Ares dışarıya atıyor kendini ben banyoya…

On beş dakika sonra hazırlanıp tamda çıkmak üzereyken, kedim geldi aklıma. Bahçedeki çimlere yatmış şımarmak için yer arıyor. Hazırlanıp aşağıya indim, beni görünce koşup ayaklarıma sarıldı. Kucağıma alıp biraz sevdikten sonra, mutfağın arka balkonundaki yerine koyup, evden çıktım. Arabayı yıkattıktan sonra, tren istasyonuna biraz erken gitmeye karar verdim. Çıktım yola. Eskiden tren istasyonunun içinde muhteşem tost yapan bir çay ocağı vardı. İçimden kapanmamıştır diye dualar ederek, arabayı biraz daha hızlı sürüyorum. Yaklaşık yirmi dakika sonra, tren istasyonunun karşısındaki arka sokağa park ettim. Çay ocağı kapanmamış yerli yerinde ve önündeki tahta küçük masalarda insanlar tostlarını yiyip, çaylarını içiyorlar. Çay ve çift kaşarlı tostumu söyleyip yaslandım ayakları aşınmış küçük beyaz sandalyeye. Derken çay ve tost geliyor. Açıkmışım da sıcak tostu üfleyerek ısırıp, çayla keyfi tamamlıyorum…

Saat öğlen oldu, ben istasyonu arşınlayarak heyecanımı bastırmaya çalışıyorum. Derken uzaktan tren göründü yaklaştıkça trenin sesi de gelmeye başladı. Kalbimin çarpıntısı rayların gıcırtısına karıştı. Tren istasyona gelip yanaştı. Etrafımdaki kalabalıktan ön tarafa geçmek ne mümkün.  Üç yıl sonra nihayet yüz yüze göreceğim yeşilimi.

Dile kolay tam tamına üç yıl, otuz altı ay, yüz elli altı hafta. Yolcular trenin camlarından ayrılıp, yavaş yavaş inmeye hazırlanıyorlar. Sevgilim trenin ön kompartımanından göründü. Her zamankinden daha güzel, daha alımlı, daha ürkek. Sağ elinde büyük siyah bir bavulu çekiştire, çekiştire trenin merdivenlerinden inmeye çalışıyor. Sol omzunda bezden bir çanta düştü düşecek. Kendisine doğru diğer yolculara çarpa, çarpa heyecanla ilerliyorum.  Aramızda üç metre ya var ya yok. Siyah bavulun üzerine sol omzundaki bez çantasını bıraktı. Sarıldık birbirimize dakikalarca…

Kıran giren ömrümüze. Tren istasyonunun tozdan, kirden, pastan görünmez gri yer karolarından yürüyerek karşı kaldırıma geçip arabaya kadar gittik. Doğrusu koca bavulu arabanın bagajına zor bela sığdırdım. Arabaya binmemizle, birbirimize sarılmamız, koklaşmamız, öpüşmemiz bitmedi. Aheste, aheste araba yolculuğumuzda ona bakmaktan yola kendimi veremedim. Tebessümlerin, bakışmaların, oh be Dünya varmış demelerin eşliğinde evin kapısının önüne kadar geldik. Arabayı park ettiğimde, mavi boyalı eve baktı. Burada mı oturuyorsun? Evet değince inanamadı. Yeşil gözlerinden inci taneleri döküldü. Bahçe kapısından içeriye girdik. Haziran ayının ikinci haftasıydı. Kendi ellerimle bakır saksılara diktiğim sardunyaların, lavantaların, mor menekşelerin kokuları bahçeden içeriye gireni mest ediyor. Elindeki bez çantayı bahçe verandasındaki ağaç masanın üzerine bıraktı. Birkaç adım ötesinde olan bana uzun uzun baktı. Sonra hızla gelip sarıldı. Sekiz yıldır her akşam hayalini kurduğum, rüyasına daldığım ve her sabah uyandığımda, yüreğimin salıncaklarını kopardığım ne varsa küçük bahçemdeydi.

Kırmızı kapıyı açıp evin içerisine geçtik. Hiç vakit kaybetmeden mutfağa girip Türk kahvelerini yapıp tekrar bahçeye birlikte çıktık. Tahta masanın üzerine tepsiyi bıraktım. Derken seslere kedim Ares uyanıp bahçeye gerile, gerile çıktı.  Evde temizlikçi kadından sonra ilk defa bir kadın gören kedi bile garipsedi. Birkaç miyav sesinden sonra, kucağına atlayıp usulca kendini sevdirmeye bıraktı. Tahta masanın önündeki divanda kahveler içildi, sohbetler edildi. Belgrad’a artık gitmeyeceğini, burada kalacağını ve önümüzdeki ay nikah işlemlerine başlayabileceğimizi söyledi…

Ne diyeceğimi bilemedim. Sekiz yılın sonunda bu cümleyi duymak. Aşk yüzünden ağladık, aşk yüzünden yanıp yok olduk. Kıran girdi ömrümüze ve şimdi dönüp dolaştık yine bir araya geldik.  Yeşil gözlerine ömrümü verdiğim güzel şimdi evleneceğimizi söylüyor…

Ağustos ayında çıkacak romanımdan birkaç satır yazmaya çalıştım…