“Aydınlar”ın çoğu, asırlardır kötüledikleri dine, günümüzde müspet bakıyorlar. Bu çerçevede İslamiyet de, dünya genelindeki bir ilgiyle izlenirken; Fethullah Gülen Hocaefendi de çoğunlukla saygı duyulan bir dinî ve içtimaî hizmet önderi olarak dikkat çekmektedir. Bu Müslüman âlim, âbid ve mütefekkirin hakkında yazılmış birçok eserin yanı sıra, onun sohbetlerinden oluşturulmuş kitaplar da okuyorum. Bu kitaplardan sonuncusu, “Kalb İbresi” isimli kitap (Nil Yayınları); bu kitapta en çok dikkatimi çeken de, “Kolektif Şuur” meselesi oldu. Durkheim da bu kavramın üzerinde kafa yormuştur. “Aydınlanma Çağı” sonrasında toplumların ahlaken çöküp çözüldüğünü gören Durkheim, geçmişte dinin müspet bir tesiri olduğunu kabul etmiştir. Bu tespitine rağmen dinleri her bir toplumun geçmişteki kolektif şuurunun eseri gördüğü için, dine dönüş çağrısı yapmamış; ahlakî çöküntünün önüne geçecek başka bir reçete de sunamamıştır. O, ümidini kolektif şuurun gelecekte üreteceği iş ahlakına bağlamıştır. Durkheim’ın bahsettiği kolektif şuur, aradan geçen koca bir asırda yeni bir ahlak üretemedi. Fethullah Hoca’nın dile getirdiği, kolektif şuura geçmeden önce, sol düşüncedeki “aydınların” durumuna da göz atalım. Marksist kökenli bazı Batılı düşünürlerden oluşan Frankfurt Okulu mensupları da, Durkheim’la aynı tespitte bulundular. Bu gruptan Erich Fromm, artan cinayet, intihar ve tecavüzleri gördükçe; dinlerin revaçta olduğu zamanlarda insanların “kendilerini adadıkları değerler vardı” diyor ve soruyordu: “Peşinden koştuğumuz şimdiki ideallerin temelinde bir yanlışlık mı var?” Aynı gruptan Horkheimer, cenneti kaybetmekle beynimiz kirlendi, diyor ve ilave ediyordu: “Bilime yönelmek, bilime tapmak olmamalıydı.” Batılı düşünürlerden verilebilecek böyle örnekler çoktur. Şüphesiz ki, Durkheim, Frankfurt Okulu ve benzerlerinin bu tespitleri, aynı zamanda nesilleri, din yerine pozitivizm ve materyalizme sürüklemiş Batılı ideologların birer itirafıydı. Bu itiraflar, onların peşine takılmış olan bizim “aydın”larımızın bir kısmını uyandırdı. Şimdi onlar, ezelî ve ebedî hakikate yeniden yöneliyorlar. Bu yönelişte en çok ilgi duydukları İslam âlimi de, başta da söylediğimiz gibi, Fethullah Gülen oluyor. Fethullah Gülen ne bir ideolog, ne de bir reformist. O, Hz. Âdem’den (a.s.) beri tekâmül ederek gelip, Hz. Muhammed (s.a.v.) ile kemale ermiş mukaddes emanetin, asrın idrakine uygun tebliğcisi. Kolektif şuur, Durkheim gibi Gülen’in de gündeminde. Kalb İbresi kitabının “Millet Sevgisi” bölümünde, kolektif şuur bahsine de giriyor. Burada dikkat edilmesi gereken husus, onun millet telakkisinin, günümüzde etnisite temelinde anlaşılan Batılı ve batıl millet anlayışı olmadığıdır. Bu farklılık, Hoca’nın yıllar önce yazdığı “Ümit Nesilleri” başlıklı makalesinde de görünmektedir. O makalede, millî değerlerimize yabancı olan bazılarının “milliyet düşüncesi gibi yüksek bir mefkûreyi” aslından değiştirip hâlin gereklerine göre her gün bir başka şekle sokma “garabeti içinde” olduklarından dert yanıyordu. Bu dertleşmeden sonra da milliyet anlayışının hakiki zeminini gösteriyordu: “Oysaki milletçe müşterek mefkûremiz olan din ve milliyet duygusu, her türlü fantezinin üstünde ve ferdî ruhların hakikatini aşkın, sağlam bir inancın, temelleşmiş bir düşüncenin, oturmuş bir ahlâkın, ruhlara mal olmuş bir faziletin o muhkemlerden muhkem blokajına oturtulmalıydı” (Yeni Ümit Dergisi, S. 36, 1997). “Kalb İbresi”nde de aynı konuya temas ederken, “Milletini sevdiğini iddia eden bir kimse, milletinin değerlerini dünyaya tanıtma ve o değerlerin insanlık için hakikaten lüzumlu olduğuna başkalarını da inandırma gayreti içinde olmalıdır” demektedir. Görüldüğü gibi Hocaefendi, milleti etnisite temelinde değil, başta din olmak üzere bir takım manevî değerler etrafında birleşmiş olmak gibi gerçeğe uygun şekilde değerlendirmektedir. Aynı konu içinde Hoca’nın bahsettiği kolektif şuur ile Durkheim’ın söylediği arasında çok büyük farklar bulunmaktadır. Durkheim, dini ve dine dayalı ahlakı, sosyal bağları kuvvetlendirmek için toplumun kolektif şuurunun ürettiğini ve bir gelenek gibi sürdürdüğünü söylüyordu. Hocaefendi ise adeta ona cevap verircesine, “…sadece görenek ve geleneklerle dem ve damarımıza işlemiş bir ahlak ve kültür, ciddi bir saik karşısında dağılabilir” demektedir. İşte etnik temelli Batılı milliyetçiliklerin aşıladığı “töresel” ahlak ve kültür, Durkheim’ı da, Frankfurt Okulu mensuplarını da, daha birçok benzerlerini de derinden düşündüren bir ahlakî dejenerasyona uğradı. İşte, toplum icadına indirgenen ahlak anlayışının akıbeti böyle olmuştur. Hoca’nın işaret ettiği ise, Allah (c.c.) kelamıyla bildirilen İslam’a bağlı ahlaktır. Burada belirtilmesi gereken bir diğer husus da Hoca’nın bahsettiği milletin, geniş anlamdaki İslam ümmeti içinde ama Türkiye’de vücut bulmuş bir millet olduğudur. Bu milleti “asırlarca İslam’ın bayraktarlığını yapmış” diyerek över. Milletimizi böyle yüce gördüğü için de “Hadis diye rivayet edilen güzel bir sözde, ‘Vatan sevgisi imandandır’ denilir. “Bu sözü biz, ‘millet sevgisi imandandır’ şeklinde de ifade edebiliriz” der (s. 107-113). “Kalb İbresi”nde çok önemli başka konular da var: Kolektif şuurun gelişmesi için sohbetlerin lüzumu, ibadetlerde azimet, belalarda sabır, dua, konuştuğumuz lisanda titizlik, aşk ve ilimle meşguliyete teşvik. Hem dinî hem de dünyevî ilimlere tabi. Bu arada Risale-i Nur talebelerinden, özellikle de Hocaefendi’nin tavsiyelerine uyanlardan, tanıştığım her bir ferdin çok yüksek seviyede ilimle ve güzel ahlakla donanmış olduğunu da belirtmeliyim. O ilmî seviye ve güzel ahlak, İslam’ın hem en güzel eseri, hem de yayılmasının en önemli vesilesidir. Hz. Muhammed (s.a.v.) tebliğini ilk yaptığı zamanlarda, Kâbe’nin dışı edebiyat şahikası şiirlerle donanmıştı. O şiirlerle mest olanlar, Kur’an-ı Kerim’i duyunca hayran kaldılar. Beşerî sanatın İlahî sanata râm oluşuydu bu. Horkheimer’in bahsettiği bilime tapan (scientist) inaçtakiler ise, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) günümüzdeki varisi olup da asrın idrakine uygun konuşan âlimleri ve talebelerini dinledikçe, İslam’a yöneliyorlar. Bu da, beşerî bilimin İlahî ilme râm olmasıdır. Bu arada, kendileri bizim milletimizden olup da beyinleri yabancılaşmış olan “bilimselciler” de milletin sinesine dönme işaretleri vermeye başladılar. Demek ki, yaban ellerine verdiğimiz beyin göçü geri geliyor. Şüphesiz ki bu heyecan verici bir gelişmedir. Hocaefendi diyor ki: “Şimdi topyekün bir ‘ba’sü ba’del mevt’ heyecanı, bir diriliş humması yaşıyor isek bence bu noktada kolektif şuur meselesi üzerinde hassasiyetle durmamız gerekir.” Akıl ve mantıkla birlikte “Kalb İbresi”ne de sahip isek, bu söze itiraz edemeyiz.