Önceki yazılarımdan birinde, ‘Toplumların Varlık Alanları’ başlığını kullanmış ve Irak, Suriye, Türkiye, Libya ile Britanya’daki hem muhalif hem de hâkim-resmî “milliyetçi” ideolojilerin zararlarına dikkat çekmiştim. O türden milliyetçiliklerin zorlama çabalarla, kendi varlık alanlarını yanı başlarındaki kavimlerin varlık alanından ayırmaya çalıştıklarını söylemiş ve İbn Haldun’un “asabiyye” nazariyesini de işlerine geldiği gibi yorumladıklarını belirtmiştim.
Bir diğer yazımda ise, ‘Türklüğün Varlık Alanı’ başlığı altında büyüklerinin “Türkçü” benzerliğine karşılık farklı görüşteki iki yazarımızın aile yapılarına dikkat çekerek, milletimizin farklı kavimlerin birleşmesiyle oluştuğuna örnek vermiştim. Irk ve tek ana dil yaklaşımlı milliyetçilerin o sosyal realite karşısında nasıl acze düştüklerini ise, Britanya (bizdeki yanlış adlandırmayla İngiltere) başbakanı David Cameron’un ayrılıkçı İskoç milliyetçilerine “Ayrılmaktan üzüntü duyarız”, “Türk milliyetçileri”nin ise ayrılıkçı “Kürt milliyetçileri” karşısında “Bin yıllık kardeşliğimiz ne olacak?” demekten öteye geçemediklerini göstermiştim. Aynı yazımda Türklüğün ırk ve tek anadille değil, önceleri tek müşterek dil ve töre temellerine dayandığı, daha sonraları ise tek müşterek dil ve İslamiyet temellerine dayandığına temas etmiştim.
Elbette ki milletleşmede, asırlar süren vatan ve kültür gibi müştereklikler de soyların birleşmesi de apayrı gerçeklerdir.  Şimdi tek tipçi milliyetçi ideolojilerin “öteki” olarak gördükleri sosyal grupları -en azından- yok sayıcı zihniyetlerine karşılık İslam’ın bakışını görelim.

FARKLILARIN BİRLİKTELİĞİ
 
İslamiyet’te, farklı renkleri ve dilleriyle bütün kavimler Allah’ın ayetleridir. Hiçbirine üstünlük-aşağılık tanınmaz. İnsanların kavimler hâlinde olması, ayrı yaşama sebebi sayılmaz.
Hz. Peygamber’in ashabı arasında Araplardan ayrıca Rum, Habeş, Fars gibi kavimlerden olanlar da vardı. Hz. Muhammed (s.a.v), onları yanından uzaklaştırmasını isteyen Arap kavmiyetçilerine karşı nazil olan bir ayetin emrine uyarak, Arap olmayan o Müslümanlarla da birlikteliğini sürdürmüştür. Onlara hitaben, “Hayat sizinle, ölüm sizinle” diyerek, o birlikteliği devam ettireceğini ifade etmiştir. O zatlar, Bilal-i Habeşî ve Selman-ı Farisî örneklerindeki gibi, kavimlerinin ismi anılarak tanınmışlardır. Hz. Peygamber, sefer maksadıyla Medine’den yirmi beş kere çıkmış; her defasında da yönetici olarak kendi yerine bir şahıs bırakmıştır. O şahıslar içinde de Arap olmayan Müslümanlar olmuştur.
Osmanlı’da da değişik kavimlere mensup olan şahıslar, kavmî kimlikleriyle anılmışlardır. Mesela ilk Osmanlı medresesinin ilk müderrisi ve mütevellisi Davud-ı Kayseri, ondan sonraki ise Taceddin-i Kürdî’dir. Akka Kalesi’ni Napolyon’a karşı savunan Ahmed Paşa, “Cezzar” lakabını almadan önce kavmine atıfla, Boşnak Ahmed Paşa diye anılıyordu. Osmanlı’da Abaza (Abhaz), Arnavut, Çerkez (Adige), Gürcü gibi kendi kavim adlarıyla anılan çok sayıda devlet ve ilim adamı da olmuştur. Bu durum, sosyal yapıdaki Müslüman kavimlerden her birinin devleti benimsemesini ve hep birlikte ‘tek millet’ halinde yaşanmasını sağlıyordu. Milletimiz, o birleşik yapısıyla, içte ve dışta eşanlamlı olarak “Osmanlı” ve “Türk” diye anılıyordu. Sözde Türkçü İttihat ve Terakki’nin iktidarına kadar geçen sürede Müslümanların kavmî kimlikleri, milletimizden ayrı oluş şeklinde anlaşılmamıştır. Bunda İslam’ın kavimleri kucaklar mahiyette oluşu etkendir. Bu da milletleşmemizde çok faydalı olmuştur.
    
İSTİSNASIZ BÜTÜN İNSANLAR
   
Bilindiği gibi İslamiyet, Hz. Muhammed (s.a.v) ile kemale erdirilmiştir. Daha önceki peygamberlerin her biri bir kavme gönderildiği için, “Ey kavmim!” diye hitap etmişlerdir. Hz. Muhammed ise, bütün insanlara elçi görevlendirildiği için, “Ey insanlar!” diye hitap etmiştir. O hitap, Kur’an-ı Kerim’in birçok ayetinde, “De ki, ey insanlar…” şeklinde emredilmiştir. Kur’an-ı Kerim’in önceki kitaplardan, Hz. Muhammed’in önceki peygamberlerden en önemli alamet-i farikası, o hitaptır. Demek oluyor ki İslam’ın varlık alanı, bütün insanlıktır.
Bütün Müslümanları kardeş, bütün insanları eşit gören İslamiyet, herkes için adalet ve güvenlik sağlamıştır. Bu yüzden de Batılı tarihçilerin de kabul ettikleri gibi, modern dönemdeki ideolojik milliyetçiliğin icadından önceki bütün zamanlar boyunca İslam ülkeleri, Müslim-gayrimüslim herkesin memnun kaldığı memleketler olmuştur. O ideoloji, İslamî muamelatın huzurunu tadamamış ülkelerde doğmuş, maalesef İslam ülkelerinde de yayılmıştır. Ondan sonrası ise her ülke için dağılma olmuştur. Britanya gibi günümüzün en kalkınmış ülkeleri bile o dağılma korkusunu yaşamaktadır.
Özellikle başta Türkiye olmak üzere bütün Müslüman ülkeler, kendi varlık alanlarını İslam’ın varlık alanı içinde yeniden idrak etmezlerse ve gerçekten demokratikleşmezlerse millî birliklerini muhafazada başarılı olamayacaklardır. Durumu, Peygamberimizin yukarıdaki sözlerini hatırlayarak özetleyelim: Yaşamamız da ölümümüz de farklılıklarımızla olacaktır.