Avrasya Bir Vakfı’nda geçtiğimiz cumartesi günkü konferansın konuşmacısı Vakfın Genel Müdürü Abdullah Kılıç, konusu ise “İnsan ve Cemiyet” idi.
Kılıç, kendisine tanınan zaman tahdidine titizlikle uyduysa da dinleyicilerin yoğun ilgisi ve çok sayıdaki soruları neticesinde konferansı, Vakıf’ta verilmiş konferansların belki de en uzunu oldu.   
Konferans, dünkü gazetemizde haber olarak yer aldığı için, bu köşemde konunun ve değerli dostum Abdullah Kılıç’ın o konuyla alakalı önemini arz edeceğim.

*     *     *

“İnsan ve cemiyet” konusu, ağırlıklı olarak sosyal psikolojinin alanına giriyor. Aslında sosyolojinin gerçek kurucusu, on dördüncü asırda yaşamış olan İbn Haldun olduğu hâlde, Batılılar onu değil, on dokuzuncu asırda yaşamış olan Auguste Comte’u kurucu kabul ediyorlar. Bu bir bakıma doğrudur da(!). Çünkü Batılı sosyoloji, eski politik yapının yıkıldığı bir bunalım döneminde, toplumu da değiştirmek maksadıyla kurulmuştur.
İbn Haldun, toplumların değiştiğini vurgulamış, asabiyye kavramından ayrıca göçebe, köylü, şehirli gibi insan gruplarının durumunu, daha da ötesi ayrı coğrafyalara ve zamanlara göre değişmeleri de ele almıştır. Değişme için, “Allah’ın kulları üzerinde tatbik ettiği değişmez bir kanundur” der. Bahsettiği husus, tabiî değişmedir.  
Comte’un sosyolojisi ise az önce dediğimiz gibi değişmeyi değil, değiştirmeyi maksat edinir. O özellik günümüzde önemli ölçüde terk edilmişse de sosyologlardan, “Bir şeyi kaldırdığınız zaman yerine bir başka şey koymalısınız” sözünü hâlen çok duyarız. Elbette ki entelektüeller, toplumdaki değişmede rehberlik etmeli, dejenerasyona sapacak eğilimler karşısında toplumu uyarmalıdırlar. Fakat sosyokültürel alanda “bir şeyi kaldırıp yerine başka bir şey koymak” kimsenin yetkisinde olamaz. Bu ancak ideolojik bir teşebbüs olur ki, zaten Batılı sosyolojinin kurucusu olan Comte, pozitivizmin de kurucusudur. Pozitivist bir mantıkla yeni bir toplum inşa etme peşinde olmuştur. Nitekim ideolojilerin amansız eleştiricisi Cemil Meriç de “Sosyoloji, ideolojidir” kabilinden bir nitelendirme yapmıştır. Toplumu “inşa etme, yeniden inşa etme (building, re-building)” gibi teşebbüsler ideologlara has çabalardır.
İbn Haldun’un sosyolojisinde psikolojinin de sosyal psikolojinin de temelleri görülür. Buna karşılık Batılı bilimde ayrı şahıslar, insana ait ayrı hususiyetlere dikkat çektikçe, toplum incelemesinde o bilim dalları da doğmuştur. Hegel’in kullandığı “Objektif geist-Subjektif geist” kavramları o farklı yönlere işaret etmektedir. “Objektif geist”, Durkheim’da “Kolektif şuur (Ortak akıl)” olmuştur. Böylece toplumun, şahıslarınkinden ayrı ama onları etkileyen bir aklı olduğuna dair kabullenme de literatüre girmiştir. Wilhelm Wundt, insanın aklından (bilincinden) ayrıca, “Bilinçaltı”nın da olduğunu göstererek psikolojiyi kurmuştur. Daha sonra toplumun da birey üzerindeki etkisi, toplumsal bilinçaltı olarak görülmüş ve tecrübî psikolojinin bir şubesi olarak sosyal psikoloji doğmuştur.

*     *     *

Her bir bilim dalını konuşurken, kurucusu olarak genellikle ya bir filozofun ya da bir bilim adamının ismini zikrederiz. Fakat sosyal psikolojinin kurucusu değil, kurucuları vardır. Bu bilim, farklı bölgelerden akademisyen olan-olmayan birçok şahsın çalışmalarıyla doğmuştur. O kuruculardan biri de bir Türk’tür.
Muzaffer Şerif isimli o Türk, dünya görüşü bakımından şahsen benim karşı olduğum, tahminime göre okuyucularımın da çoğunun karşı olduğu bir ideolojiye mensuptur: Komünisttir. 1944 yılındaki TKP davasında yargılanmış, hapishanede yatmıştır. Daha sonra ABD’ye gidip oranın vatandaşlığına geçmiş olan Şerif, Türkiye’de başladığı çalışmalarına orada devam etmiştir. Sosyal psikolojinin diğer kurucu ve önemli isimlerine de dikkat ettiğimizde, genellikle ideolojik hareketlerde aktif bulunmuş, sonra daha objektif tavır takınmış şahıslar olduğunu görürüz. Bu bilim dalıyla meşgul olanlar, toplumun fert üzerindeki tesirini olduğu gibi, bir toplumun ve ferdin atalarından devraldığı bazı değerleri zamanla değiştirdiğini de ideolojik değiştirme çabaları karşısındaki tutumunu da tetkik edebilirler.

*     *     *
   
Sosyal psikolojiye önem verip Türkiye üniversitelerinde ders olarak okutulmasının öncülerinden olan iki zat da o açıdan önem arz etmektedir. Kuruculardan Muzaffer Şerif’in komünist olmasıyla tam zıt konumdaki o iki zattan biri Mümtaz Turhan, diğeri Erol Güngör’dür. Bu iki zat milliyetçidir. Fert olarak ideolojik sıcak çatışmalar içinde bulunmasalar da milliyetçi-ülkücü görüşteki camiaya yakın olmuş, o camianın fikrî gelişmesinde kısmen tesirli de olmuşlardır.
Mümtaz Turhan, ABD’de sosyal psikoloji alanında yazılmış en önemli kabul edilen bir eseri de Türkçeye, “Fert ve Cemiyet” ismiyle çevirmiştir. O eseri, biri gazeteci diğeri akademisyen olan David Krech ve Richard S. Crutchfild isimli iki şahıs yazmıştır. Aynı şahıslar belirttiğim eserlerini daha sonra oldukça geliştirmişlerdir. Geliştirilmiş hâliyle aynı eser, Erol Güngör tarafından “Sosyal Psikoloji” adıyla Türkçeye tekrar çevrilmiştir.
Prof. Dr. Mümtaz Turhan, toplumu değiştirmeyi değil toplumdaki değişmeyi konu edinmiştir. Önemli eserlerinden birinin ismi, “Kültür Değişmeleri”dir. Prof. Dr. Erol Güngör de Türkiye’deki “değiştirme, yeni bir toplum inşa etme” gibi teşebbüsleri eleştirmiştir. O minvalde olarak şöyle demiştir: “Biz büyük bir imparatorluğun ve büyük bir medeniyetin çocuklarıyız. Bizim milliyetçiliğimiz, sömürgecilerin işgalinden kurtulmak ve devlet kurmak için yapılan siyasî istiklal mücadelelerine yahut sıfırdan başlayarak millî kültür yaratma hareketlerine benzemez.”

*     *     *

Sosyal psikolojiyi tanıtırken genellikle siyasî aktivitelerde bulunmuş, teorik bilgileri yanı sıra toplumla münasebetlerinde tecrübî bilgiler de edinmiş entelektüellerin ürünü olduğunu söylemiştim. İşte bahsettiğim konferansın konuşmacısı Abdullah Kılıç’ın konuyla alakalı önemi de buradadır.
Kılıç, 1980 öncesinde ülkücü harekette aktif olarak bulunmuş, hatta MHP’nin en üst düzeyindeki yöneticilerine yakın bir konumda olmuş, İhtilal’den sonraki MHP davasında yargılanmış, uzun yıllar hapishanede kalmıştır. Ciddi kitap okumalarına ilaveten o tecrübeleri de yaşamış olmakla, sosyal psikolojinin kurucuları ile takipçilerinin çoğu gibi hem teorik hem de tecrübî bilgiye sahip bir entelektüeldir.
Konferansında insan ve cemiyeti işlerken ibrenin birinden diğerine kaydırılmaması gerektiğini vurguluyor, “Sen, ben, o yok, biz varız!” demenin doğru olmadığını, şahsa da saygı duymak gerektiğini söylüyordu. Aynı konuya vaktiyle Seyyid Ahmed Arvasî de temas etmiş ve “İnsanın inkâr edilmesine isyan edeceğiz” demişti. Arvasî’nin de Kılıç’ın da Güngör’ün de başlıca dayanakları İslam’a imanlarıdır.
O iman ki, muhteşem İslam medeniyetini ve Türk tarihinin en uzun süreli devleti olan muhteşem Osmanlı İmparatorluğunu kurmuştur. “Bir şeyler kaldırıp yerine yeni bir şeyler koymak” gibi toplum mühendisliği yapmaktansa, mevcut fakat zayıflamış o medeniyeti ihya etmek gerekmektedir. Bizden kopmuş parçalarımız da ancak o sayede tekrar bize eklenebilecektir. Çünkü o medeniyet müşterek medeniyetimizdir. Biz bir filozofun, bir ideologun inşa ettiği bir toplum değiliz. Bir imanla asırlarca yoğrularak neşvünema bulmuş bir milletiz. Erol Güngör’ün sözlerini tekrar hatırlayalım:
“Biz büyük bir imparatorluğun ve büyük bir medeniyetin çocuklarıyız!”