Her ikisi de Türklük duygusuna sahip olan Necip Fazıl Kısakürek ile Ziya Gökalp, farklı hassasiyetlere sahiptir.  O farklı hassasiyetler, fikirlerinin değişik kaynaklardan beslenmesiyle oluşmuş; Kısakürek tamamen millî kalmış, Gökalp ise sosyo-kültürel yapımıza gittikçe yabancılaşmıştır. İki düşünürümüzün o zıtlıklarını, özellikle İslamiyet’e ve tarihe bakışlarında görürüz.

İSLAMİYET’E BAKIŞ

Ziya Gökalp, İttihat ve Terakki’ye katıldıktan sonra milliyetçi ideolojileri ve sosyolojiyi incelemeye yoğunlaşır. İlk teşvikçisi Lise’deki felsefe öğretmeni Yorgi’dir. Yetişkin dönemdeki çalışmalarında ise Léon Cahun, Wilhelm Friedrich Nietzche, Alfred Fouilleé, Emile Durkheim gibi Batılı pozitivist düşünürler başlıca kaynaklarıdır. İslamiyet’i Türk’e göre yorumlar, Türk’e göre şekillendirmeye çalışır. “Bir millet diğer milletin dinî duygularını taklit edemez… Türkler zahidane ve mutaasıbane duygulardan azade kaldılar” demektedir. Dünyevî her işte örfün geçerli olmasını tavsiye eden Gökalp, İslamî hükümlerin ise sadece itikat ve ibadetle alakalı alanlarda hâkim olmasını ister. Fakat yine de ibadet alanına da müdahale etmekten geri durmaz; “Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur… Ey Türk oğlu, işte senin orasıdır vatanın” diyerek ezanın Türkçe okunmasını da tavsiye eder. Atatürk’ün de katıldığı, İslamiyet’in Türklerdeki millî bağları gevşettiği cihetindeki yaklaşımları ve 1932’den 1950’ye kadar ezanın Türkçe okutulmasını, Gökalp’ın o telkinleriyle birlikte düşünmelidir. Şerif Mardin’in, Gökalp’ın İslam’a alternatif bir formül bulmak için görevlendirildiği; Necip Fazıl’ın Gökalp için, “Türkçülüğü, İslamiyet’i bir şeyle değiştirmek için benimsedi” şeklindeki açıklamaları ciddiye alınmaya layıktır. Bütün “Türkçü” akımların İslamiyet karşısındaki tutumlarını merak edenler, “Milliyetçiliğin Dinle Kavgası” (Bilgeoğuz Yayınları) isimli kitabımı okuyabilirler.   
Önceleri bohem bir hayat yaşayan Necip Fazıl Kısakürek ise, 1934 yılında Nakşî şeyhi Abdülhakim Arvasi ile tanışmasından itibaren tamamen İslamî düşünüp yaşama gayretine girmiştir. Eserlerinde görülen Türklük duygusu, bir ideolojiye dönüşerek dinî inançlarında herhangi bir sapmaya yol açmamıştır. Beslendiği başlıca kaynaklar, Kur’an-ı Kerim, Hadis-i Şerifler ve velilerin eserleri olmuş, onlardan öğrendiklerini aşk dolu ifadelerle anlatmıştır.  Türklüğü ise, bütün Müslümanların hakkını savunan bir güç olarak düşünmüştür, diyebiliriz. O özelliğini, 1977 seçimleri öncesinde MHP’ye destek verirken yayınladığı beyannamede görürüz. O beyannamedeki asıl beklentisi, “Cava’daki mü’minle Amerika’daki zenci Müslüman’a kadar bütün İslâm âlemini” etkileyecek “içi alev alev Müslüman, dışı pırıl pırıl Türk ve içi dışına hâkim, dışı içine köle, yeni Türk nesli”dir.

TARİHE BAKIŞ

Kısakürek, Doğu’ya dönüktür. Osmanlı’yı sahiplenir. Gerek İslamiyet’le gerekse tarihle alakalı görüşlerine baktığımızda, yeni millet inşa etme arzusu gibi görünen sözlerini tamamen dönemin alışkanlığından kullandığını, aslında milletin tarihine ve inançlarına tam bağlı kaldığını anlarız.
Gökalp ise, Batı’ya dönüktür. “Garb’a Doğru” diye bir makalesi olan Gökalp’ın “Türk milletindenim, İslam ümmetindenim, Garp medeniyetindenim” sözü meşhurdur. İslamiyet hakkındaki düşüncelerine yukarıda temas etmiştik. Osmanlı’ya ise adeta düşmandır. Osmanlı döneminde Türklerin esir gibi olduğunu iddia eder. Hatta inkılâplarla kurulan yeni düzeni yaşatmak için “eski kıymetleri gayzla (öfkeyle, kinle)” baltalamaya çağırır. Görüldüğü gibi Gökalp, hem inanç hem de tarih bakımından milletine yabancılaşmış, “Türkçülüğü” gayrimillî bir ideoloji olarak temellendirmiştir.  Erol Güngör’ün dediği gibi o, “Devleti yıkılan Osmanlı’nın kültürünü de yıkmaları için Batılılardan imdat ister gibidir.” Gökalp’ın savunduğu yeni bir hars (kültür) oluşturulmasına da karşı olan Güngör, idealindeki milliyetçiliği, “Biz büyük bir imparatorluğun ve büyük bir medeniyetin çocuklarıyız, bizim milliyetçiliğimiz …sıfırdan başlayarak millî kültür yaratma hareketlerine benzemez” diye tarif eder.

KISAKÜREK BATI’YA KAPALI DEĞİLDİ

Her ne kadar Doğululuğu sahiplenmiş, hatta “Avrupalı olmamak şerefi” gibi çok sivri ifadeler kullanmışsa da Necip Fazıl, Batı’nın aklıselim düşünürlerine de değer vermiştir. Star gazetesinin verdiği ilk Büyük Doğu ekinde de hem Doğulu hem de Batılı birçok yazar ve şairden tercümeler yer almıştır. Aynı dergideki “Türk İrfanı” başlıklı makalesinde de “…usul ve ölçü sahibi bir tercüme işi, irfan davasının temel direklerinden biridir” diyerek kıymetli eserlerin Türkçeye çevrilmesine önem verdiğini izhar etmiştir.
Esasen, Müslümanların çok eskiden beri meşguliyetlerinden biri de yabancı dillerden eser çevirmektir. Bizzat Hz. Muhammed (s.a.v) tarafından yapılan, ilmin nereden olsa alınması gerektiği yönündeki tavsiye, o konuda önemli bir dayanak olmuştur. George Saliba, İslam dünyasında çeviri işlerinin dokuzuncu (Hicri takvimle ikinci) yüzyılda başladığını belirtmektedir. Aynı ilgi, Osmanlı döneminde de sürdürülmüştür. Laikliğin hararetli savunucularından olan sol görüşlü Niyazi Berkes bile, İkinci Mahmut’tan itibaren açılan Batı tarzı okullara dindar camiaların çok müspet ilgi gösterdiklerini, oldukça yaşlı dindarların bile tıp ve mühendislik gibi okullara kaydolup devam ettiğini söylemektedir. Aşırı laik müfredat yüzünden o ilgi daha sonra azalmışsa da dindar camiaların dinî eğitime olduğu kadar dünyevî ilimlere de kıymet vermesi devam etmiştir. Sonuçta Erol Güngör’ün ifadeleriyle şu gerçek yaşanmıştır: “Türkiye’de artık dinin eskiyi ve geriyi temsil ettiği düşüncesi yıkılmış bulunuyor; bu yüzden dindarlar veya İslamcılar eski-yeni konusunda kendilerini müdafaa etmek veya herkese dinin modern hayat için engel olmadığını anlatmak durumundan çoktan kurtulmuşlardır. Bu değişimin temelinde İslamcı bir aydın kitlenin yetişerek memleketin her faaliyet sahasında çalışkanlığı, fazileti, bilgi ve görgüsüyle kendini kabul ettirmiş olması vakıası yatıyor. Artık ona tepeden bakmaya alışkın bulunan ve belki o eski alışkanlığını bir ölçüde devam ettiren ‘ilerici’ aydın tipinin bilânçosu koca bir sıfırla kapanmak üzeredir…” Erol Güngör’ün bu satırları yazdığı yıl olan 1981’den bugüne kadar otuz yılı aşkın zaman geçmiş ve artık o aşırı laik “ilerici” aydınların bütün görüşleri, okul içi-okul dışı eğitim gören Müslümanlar tarafından çürütülmüştür.

SON DEĞERLENDİRME

Necip Fazıl’da görülen   “Doğu-Batı” kamplaşmasında saf tutmak veya yeni bir millet inşasına kalkışmak izlenimi veren bütün ifadeler, sadece dönemin paradigmasından dolayı yaygın kullanılan terimler yüzündendir. O terimlerin kavramsal muhtevasına bakıldığında Necip Fazıl’ın apayrı bir şeyi kast ettiği kolayca görülmektedir. Onun kastettiği şey, yaşanmış olan, hâlen de potansiyel olarak mevcut olan İslam medeniyetinin ihya edilmesidir. Onun “Büyük Doğu”su, aslında Cava’da, Amerika’da ve her yerdeki Müslümanlardır.
Geçmişte ve günümüzde konuşup yazan kanaat önderlerinin sözlerini tam anlamak için, ait olduğu zamanın hâkim literatürünü de hesaba katmalıdır. Star gazetesinin verdiği Büyük Doğu dergisi ekini okurken, bu yazımın birinci bölümünde belirttiğim gibi, Türkiye’deki dindar camiaların konjonktürel etkilerden nasıl süzülüp geldiğini de anlıyoruz. Gazetenin başta Genel Yayın Yönetmeni Mustafa Karaalioğlu olmak üzere bütün yöneticileri, halkımıza bu ekle birlikte gerçekten önemli bir kültür hizmeti vermişlerdir.