- Osmanlı Tokadı remziyle yorum yapan Aziz Kardeşim ve bütün yorumculara:
- Yahûdî’ler, bütün İslâm Âlemi’nde, husûsiyle Azîz Vatanımızda öylesine İsrâiliyat yaydılar ki, çok sinsice ortaya atılan bu İsrâiyâtın, gerçekten İslâmî olup olmadığı bile zaman içinde ulemaca tartışılmıştır. Çocukluğumuzda, doğup-büyüdüğümüz, “Kuş Uçmaz, Kervan Geçmez,” yere kim tarafından gönderilmiş, nasıl dağıtılmış, mektuplar dağıtılıyordu. Dağıtılan bu mektupların başlığı, “Şeyh Ahmed Vasiyetnâmesi”ydi. Bu vasiyetnâmede, hayâlî Şeyh Ahmed, “Sevgili Peygamber’imizin hâşâ, ‘Binüçyüzler’de kalkmam, Bindörtyüzlere de varmam’ buyurduğu, dolayısiyle kıyâmetin yakında kopacağını” yazıyor, “Bu mektup her kimin eline geçerse, en az 10 kişiye daha ulaştırmazsa Allah’ın, meleklerin, Peygamber’lerin ve bütün insanların la’neti onun üzerine olacaktır,” diyordu. 
Radyo’nun dinlenmediği, gazete okunmadığı, din eğitimin tamâmen men’edildiği, asgarî Zarûrat-i Diniyye ve asgarî ilm-ihâl bilgilerinden bile mahrum insanların imamlık yaptığı, Anadolu’nun pek çok köşesinde bu kabil İsrâiliyât hakikat kabul ediliyor, câhil imamlar tarafından minberlerde hutbe, kürsülerde va’az olarak cemaate duyuruluyordu. 
- Aslında yukarıda aktarıldığı gibi herhangi bir hadis yoktu. Esâsen, böylesine bir iddia, bu meâlin, niçin sahih bir hadis olamayacağının da bir deliliydi. 
- Sevgili Peygamber’imiz sallallâhu aleyhi ve sellem Efendimiz, bir hadis-i Şerif’lerinde “Herhangi bir kimse, benden size bir şey naklederse, o şeyin Kur’ân’a uygun olup-olmadığına bakınız. Eğer Kur’ân’a uygunsa o bendendir. (Yâni Hadistir), uygun değilse o söz aslâ benden değildir,” buyurmuştur. 
Kur’ân-ı Kerim’de, defe’atle, “Kıyâmetin ilminin Allah’ın katında olduğu, Allah’tan başka kimsenin buna muttalî olamayacağı açık ve net olarak beyan buyrulmuştur. Hattâ, Kur’ân-ı Kerim’de Tâhâ Suresi, 15. Âyet-i Kerimesi’nde, “Kıyâmet günü mutlaka gelecektir. Herkes peşinden koştuğu şeyin karşılığını bulsun diye, neredeyse onu (kıyâmetin bilgisini) kendimden gizleyeceğim” buyurmuştur. 
Kur’ân’a rağmen, Peygamber’imizin kıyâmetin vukuu zamanına ait bir şeyler söylemesi elbetteki mümkün değildir. 
Bu yıllar’da, daha başka bid’at ve hurafeler de yaygındı. 
Köy imamlarının, minberlerde ve mihraplarda köylü’lere, “Dünya’nın Sarı Öküz’ün boynuzunun üzerinde olduğu, yorulup ayağını değiştirdiğinde ise, yeryüzünde zelzeleler meydana geldiğini” anlatırlardı. Bütün bunların ötesinde, Yahûdî’lerin, çeşitli hile ve desîse’lerle en büyük darbeyi İslâm Tasavvufu ve hakîkî tarikatlere vurduğu gerçeğidir. 
- 18. Asr’ın son çeyreğinde, Yahûdî’ler, Kâdirî Tarikati’nin çok güçlü olduğu Irak genelinde, husûsiyle günümüzde, Kuzey Irak denilen Süleymaniye, Erbil gibi şehir’lerde, fitne ve fesadlarını artırdılar. Tasavvufî bid’at ve hurâfelerle, Kâdiriliği iyice ifsad ettiler. 
- Hicrî 1193 – Milâdî 1779’da, Irak’ın Süleymaniye şehr’ine bağlı Karadağ Kasabasında dünya’ya gelen, sonraları, “Bağdâdî” unvanını alan, bilâhere, müridlerinin “Mevlânâ” dedikleri, Mevlânâ Halid-i Bağdadî, “Şaşangost” (Altıparmak) lakabıyla tanınan, babası Pîr Mikâil Efendi, Kâdiriydi. Annesi de, bölgenin pek meşhûr Kadirî-Sûfî ailelerinden birisine mensuptu. Hâlid-i Bağdâdî, Karadağ’da, Berzenc ailesinden Şeyh Abdurrahim ve kardeşi Şeyh Abdülkerim başta olmak üzere, muhtelif hoca’lardan ders aldı ve Kâdirî Tarîkatı üzerine Seyr-i Sülûkine devam etti. 
Gerek babası, gerekse Berzencî ailesine mensup şeyh’ler, Abdurrahim Berzenci ile Abdülkerim Berzenci Kâdirî şeyh’leri olarak biliniyordu. Bu bakımdan Halid-i Bağdâdi’nin, tasavvuf ve tarikatla alakalı bütün faaliyet’leri Kâdirî Tarikatı usûlü üzerineydi. 
Halid-i Bağdâdî, birden yeni arayışlara girdi. Medine’ye, Mekke’ye gitti. Mutmain olmamıştı, arayışlarına devam etti. Hacc’dan döndükten sonra, Süleymaniye’deki Medrese’deki vazifesine döndü. Arayışlarına devam etti. Hacc’dan döndükten yaklaşık, dört yıl sonra, Süleymaniye’ye gelen Mirza Rahîmullah Azimabâdî isimli, Hindistanlı bir derviş ile görüştükten ve kendisinden ba’zı fikirler aldıktan sonra, arayışlarına devam etmek üzere, özellikle, bu derviş’in anlatımlarından iyice meraklandığı, Yoga felsefesini tetkik etmek üzere, Hindistan’a gitmek üzere, İran ve Afganistan üzerinden, altı aylık bir yolculuk sonrası Hindistan’a ulaşır. Burada ne kadar müddetle kaldığı, kaldığı müddet zarfında, zamanın sahibi, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Müceddid Abdullah Dehlevi Efendi Hazretleri’yle görüşüp görüşemediği hususları flu’dur. Farzedelim, görüşmüştür, kısa bir müddet zarfında Nakşibendiyye-i Âliye’nin Seyr-i Sülûkini tamamlayıp, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, müceddit pâyesine ulaşması hiç de inandırıcı değildir. Kaldı ki, Silsile-i Zehep ve Silsile-i Saâdat’da, teselsül ve Nisbet-i Sahîha’da, halef gösterme, halîfe ta’yin etmek gibi bir durum yoktur. 
Nasib-i Ezelî’siyle ve Tensib-i İlâhî ile, tâ Âlem-i Ezel’de, devirde irşad ve tecdid vazifesine me’mur olanlar, ilâhî, ilhâmî ve vehbî bir işaret’le vazifelerine başlarlar ve devam ederler. 
Bu bakımdan, Halid-i Bağdâdi’nin Abdullah Dehlevi Hazretleri’nin kendisini halife ta’yin ettiği iddiası doğru değildir. 
Nitekim, Silsile-i Zehep-Silsile-i Saâdat’ın 29.Kutbu-Halkası, Hâfız Ebu Said Sahip (k.s.) Efendi Hazretleri, Abdullah-ı Dehlevî’den sonra Nasib-i Ezelî’si ve Tensib-i İlâhî ile irşâd vazifesine böyle bir işret ve ilham ile başlamış ve devam etmiştir. 
Halid-i Bağdâdî’nin Nakşibendiyye-i Âliye’de, Silsile-i Zehep-Silsile’i Saâdât içerisinde yeri yoktur. 
Böyle olunca da, Memâlik-i Osmaniye’de, Halid-i Bağdâdî’den teselsül ettirilen, silsile’lerin hiç birisinin teselsülü muttasıl, nisbetleri sahih değildir. Teselsül ve nisbet iddia eden cemaat ve câmia’ların nisbet ve teselsül iddiaları, kaynağı olmayan veya kaynağı tamamen kesilmiş, kurumuş, kuyuya, suları akmayan çeşmelere benzer. 
Peygamber’imizden i’tibâren, Haz.Ali Kerreme’llâhu Vechehû Efendimiz tarafından teselsül ettirilen ve tasavvuf’un en büyüklerinden, Abdülkâdir-i Ceylânî (k.s.) Efendi Hazretlerin ismine izâfeten, “Kâdirî’lik” olarak isimlendirilen, Zikr-i Celî yolu, maalesef günümüzde, sâfiyetini ve gerçek mahiyetini yitirmiştir.