Aziz Kardeşlerim, Yusuf Kubat ve Şeref Şenyıl Beyefendiler. Bu yorumu yaptığınız haftayı ta’kip eden haftalarda, her ikinize de cevap teşkîl eden yazılar çıktı. Sanıyorum, kanaatleriniz değişmiştir. Yine de teddütler hasıl olursa onları da gidermeye gayret ederiz. Hicrî ikinci asır’dan i’tibâren, adına Haricî’ler, deyiniz, bâtînî’ler deyiniz, selefî’ler deyiniz, adı ne olursa olsun, bunlar, sadece nâfile’lere karşı değiller, Kur’ân’dan başka, diğer bütün şer’î delillere de karşıdırlar.
Bilindiği gibi, “Sünnet,” farz namazlardan önce ve sonra olmak üzere kılınan, müekked-gayr-i Müekked sünnetleri ihtivâ ettiği gibi, Şer’î Şerif’te Edille-i Şer’iyye’nin temel iki delilinden ki, birincisi, Kitap, Kelâm-ı Kadîm, Kur’ân-ı Kerim’dir. İkincisi Peygamber’imizin kavlî, fiîlî, Sükûtî ve ikrârî sünnetidir ki, ıstılahta hadis denilmektedir. Asr-ı Saâdetten i’tibâren günümüze kadar, ibâdetî, âdetî ve hüdâ olmak üzere bütün sünnetlere karşı olanlar, asr-ı Saâdette olmayan, sonraki asırlar’da, tefsir, içtihâd ve delil değerlendirmesiyle uygulamaya konulan bütün sünnetleri bid’at olarak kabul ettiler ve reddettiler. Oysaki, Peygamber’imiz, “Benim sünnetlerime ve Hulefâ-i Râşidîn’in sünnetlerine uymak boynunuzun borcudur,” buyurmuştur. Haz.Ebû Bekr’in, Haz.Ömer’in uygulamaya koyduğu pekçok sünnet vardır, hep ashab, hem de tâbiîn bunları benimsemiş ve tatbîk etmiştir.
Her devirde Haricî, Selefî ve Bâtınî’ler, zaman içinde reddedemedikleri sünnetler için, evet, bunlar bid’attir, ama, “Bid’at-i Hasene”dir (güzel bir bid’attir,) demişlerdir. Fakat, bid’at bizâtihî dalâlettir ve bid’atin hasenesi-seyyiesi olmaz.
Bugün Mübârek gecelere, Mübârek gecelerde ibâdetlere, nâfile namazlara karşı olanlar, esas i’tibariyle sünnetlere, şer’î bir delil olan “Sünnet”e, yâni, Hadis-i Resûle karşı olanların zihniyyetindeki kimselerdir.
Mübârek gecelerde olsun, başka vakitlerde olsun, farz namazların dışında, Kur’ân tilâvetine, Evrad-ı Ezkâr’e, niyetleri ne olursa olsun, nâfile namazları niçin karşı olsunlar?..
Sevgili Peygamberimiz, salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimiz, bir Hadis-i Şeriflerinde, meâlen, şöyle buyurmuşlardır:
“-Sizin dünyanızdan bana üç şey sevdirildi. Kadın, güzel koku ve göz bebeğim namaz’da takılı kaldı.”
Münhasıran Peygamber’imize hâs olmak üzere, beş vakit ve Cum’a namazlarından ayrı olarak, teheccüd namazı, duhâ (kuşluk) namazı ve Evvâbîn namazı da farz kılınmıştı. Oysaki, bu namazlar, ümmeti Muhammed için revâtip nâfilelerdir. Kılınması halinde kulu Allah’a yaklaştırır, terki halinde ise kul, azab’a düçâr olmadığı gibi bu dünya’da da ayıplanmaz.
Peygamber’imizin gözünün takıldığı, gözbebeğim dediği ise bunların dışındaki nâfile namazlardır.
Mü’minlerin annesi, Âişe-i Mutahhare Annemiz anlatıyor:
- Resûlüllah’ın növbeti bendeydi. O gece benim hücremde kalmıştı. Gecenin bir vaktinde uyandığımda, Resûlüllah yanımda değildi. Diğer bütün kadınlara ârız olan kıskançlık beni de kapladı.
Telâş ile yerimden doğrulduğunda, hemen yanıbaşımda ancak bir kişinin namaza durabileceği hücrenin köşesinde yere serilmiş ıslak bir bez parçası gibi, Allah’ın Resûlünü secdeye kapanmış ağlıyor vaziyette buldum. Çok namaz kılmaktan, kıyam’da durmaktan ayakları şişmiş bir vaziyette, ayakta durabilecek bir halde idi.
Hemen, Ey Allah’ın Resûlü! Bu ne hal dedim ve Fetih Suresi’nin, “Böylece Allah, senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlar. Sana olan ni’metini tamamlar ve seni doğru bir yola iletir.” meâlindeki 2.âyeti hatırlattım.
Bunun üzerine, “Ey Âişe! Allah’a şükreden bir kul olmayayım mı? diye cevap verdi.” diyor.
Rivâyet’lere göre, bu gece, Şa’ban-ı Şerif ayının 15.gecesi, Berât gecesiydi.
Aziz Kardeşlerim. Karn-i Şeytan, Hizb-i Şeytan ümmeti Muhammed’i dalâlete sürüklemek için elbette ellerinden geleni yapacaklar, yapıyorlar, yazacaklar, yazıyorlar. Bizler de doğruları, ancak doğruları yazarak, öncelikle onların idlâl etmeye çalıştıklarını, hakk’a, doğruya, hidâyete erdirmeye çalışacağız. Sonra da her zaman olduğu gibi, bu mes’ele’de de ehl-i Sünnet penceresinden bakarak gelecek nesillere aktarmaya gayret sarfedeceğiz. Geceler, karanlıklar olmazsa, insanlar gündüzlerin, aydınlıkların, aydınlığının, nurunun farkına varamazlar.
Değerli Kardeşimiz Şehir Eren.
İzmir’den, Pek Muhterem Hüseyin Avni Kansızoğlu’nun, Cevşen hakkındaki bir yazısından bir paragraf yazmıştır. Ehemmiyetine binâ’en ve ehl-i Sünnet Ana Yolunun yolcularından birisini selâmlamak için, Değerli Hoca’nın paragrafını aynen aktarıyorum:
“Ehl-i Sünnet kaynaklarında, Cevşen ile alakalı olarak bir rivâyet bilinmemektedir. Bunun, ancak Şîa kaynaklarında geçtiği söylenmektedir. İmam Gazâlî’ye nisbet edilmesi, ona yapılan bir iftiradır. İsbat edilmemiştir ve edilemeyecektir.
Cevşen’in ehl-i Sünnet tasavvufu’nun yüz küsûr sene evvelki dönem’deki büyüklerinden birine âid bir eser’de yer almış olması ise sadece i’timâda dayalı bir (zühûl) yanılgı olup, o zât’ın bihakkın büyüklüğüne zarar vermez. İşin rivâyet açısından sâbit olmamasını, akla ve müşâhadeye de ters düşmesi dahî te’yid etmektedir. Zirâ günümüzde, eşkıyâ’nın boynunda cevşen asılı olan nîcelerini öldürdüğü, nîce cevşenli cesed’lerin yerlerde yattığı görülmektedir. Üstelik, böyle bir kıyak, Cebrâil aleyhisselâm tarafından Nebî salla’llahu aleyhi ve sellem’e ve arkadaşlarına bile yapılmamıştır. Onların zırh’ı çıkarmak yerine giymekle emredilmeleri ve hep zırh giymeleri akıllıları düşündürmelidir.”
Hâmiş: Değerli Hocamızın mutalaasını tek bir harfine bile dokunmadan, ma’na bütünlüğüne zarar verebilir düşüncesiyle telefuz hatalarına bile müdahale etmedim. İzniyle kendilerinin ketûm bir şekilde “Ehl-i Sünnet Tasavvufu’nun yüz küsûr sene evvelki dönemdeki büyüklerinden birisi,” diye geçiştirdiği zât hakkında kısaca, düşüncemi arzedeceğim. Şöyle ki: Kasdettiği zât, “Râmûz’ul-Ehâdis” Müellifi, Ahmed Ziyâeddîn Gümüşhânevi (Gümüşhane’li)’dir.
Ahmed Ziyâ’eddîn Gümüşhânevî, Hicrî, 1227 senesinde, Trabzon’da dünya’ya gelmiş, İstanbul’da ve Mısır’da tahsil görmüştür. Mısır’da kaldığı üç sene zarfında, “Râmûz’ul-Enâdis” adındaki hadisleri derlemiştir.
Ansiklopedilerde ve diğer çeşitli kaynaklarda, kendisinden bahsedilirken Hanefî Mezhebine mensup olduğu, Hâlidî Nakşî olduğu, İstanbul’da Hicrî, 1311’de vefat ettiği ve Sultanselim Haziresine defnedildiği kaydedilir.
Aslında, bir Şîa palavrası olan Cevşen’in, hiç bir ehl-i Sünnet eserinde bulunmamasına rağmen, Ahmed Ziyâ’eddîn Gümüşhânevî’nin tarîkate aid pek çok evrâd ve ezkârı derlediği, “Mecmû’atü’l-ahzâb” adlı eserinde yer vermiş olması hayretle karşılanmıştır.
Nakşî Hâlidî olduğu iddiası dolaysiyle ve Hâlid-i Bağdâdî’nin de, Zikr-i Hafî Silsile-i Saâdâtı ile teselsülü munkatî, nisbeti sahih olmadığı için, kendisine bir tasavvuf büyüğü olarak bakmamız mümkün değilse de, Hadis ilminde ve rivâyetinde bir büyük olarak kabul edilir.
Azez Kardeşim Üveys.
Teşvîkleriniz ve hayırlı du’a’larınız devam ettiği müddetçe, bütün mes’elelere ehl-i Sünnet penceresinden bakmaya, her tür bid’at ve hurâfe ile mücadeleye devam edeceğiz. İnşâ Allah!...