Bedenim ağaçta asılı durur iken alt yarı yanımın, suya akıp gittiğini hissetim. dedi "Bayram"

Her şeyim yarım kalmıştı.

Yarım bir can taşıyordum. Annem babam su da tohumdular.

Ailesi olmayanlar her zaman yarım yaşayanlardır.

Her zaman tanıştıkları kişileri boşluklarına doldurup doldurmadıklarına veya yaralarını kanatıp kanatmadıklarına, bakarlardı.

Çünkü onlar; yaraları sürekli kanasın isterler.

Kanamanın şiddetine göre yüreklerine basarlardı.

Öksüz ve yetimler, yaraları kabuk bağlamasını istemezler.

Yaraların kabuk bağlamasını, ihanet sayarlardı.

Hep yaralarındaki çağrışımlara göre, ilişkileri biçimlenir. Yaralarının, yüreklerindeki etkisine göre gelecek tasarlar.

Sudan çıkmamı ve can vermememi, yaramdan aldığım güç sağlamıştı.

Bir “dede” görmüştüm sakalı ve saçı simsiyah olan, kambur bir dede…

Beni kurtaran dede; eminim benim yürek sesimi duyduğu için beni bulmuştu.

Beni kolları ile sarışından anlamıştım. Dedi “Bayram”

Bana anne ve babamı sorduğunda gittiler dediğimde, kırışık yanaklarından sanki iki damla yağ kıvamındaki süzülen yaşlardan ve yanaklarındaki çizgilerinden düşmek istemeyen gözyaşının, tene tutunmak istemesinden anladım.

Göz pınarları son yaşı akıtmıştı.

Artık bereketi kalmamıştı göz pınarlarının.

Çünkü böyle bir acıya şahit olmak bu yıllarca soluk almış vermiş bedeni ilk kez nefes alıp vermeyi gereksiz sayarak, acıya dayanamayacaktı. Bunu biliyordu.

Tanıktı, su kanalının üstünde bir traktör ırgatın toplu söyledikleri türküye.

Hangi beden dayanırdı bu senfoniye.

Biliyordum ki; fakir fukaralar ancak traktörlerde müzik çalar söylerler.

Kendileri çalar, kendileri söyler ve kendileri dinlerler.

Kimse ırgatları dinlemek istemez.

Onun içindir ki "ben sana hayran, sen bana kurban" derlerdi.

Sözlerimiz ancak bizler için “para” ederdi.

Sözlerimiz ancak kendi kellemizi alır.

Sözlerimiz, ancak bize can verirdi.

Beni o kadar sıkı kucaklıyordu ki “dedem” sanki yüreğinde ki şifa ile beni iyileştirmek istiyordu

Bizim doğumlarımız ve ölümlerimiz; akordu bulmaya çalışan acemi bir ozanın hayata verdiği zarardı.

Bence ırgatların yaşadığı yerler.

Oynadığı yerler.

Yaptığı alışveriş mekânları farklı olmalı.

Çünkü “bilmemeliler” dışardaki yaşamı. 

Eğer o “yaşamsa” kendirlerinki ne idi.

Beni yaşama döndüren kurtarıcım “dedem” İle yolcuğumu hiç hatırlamıyorum.

Yalnız ve vardığımızda çinko tavanlı bir oda hatırlıyorum.

Kulübeye benzer her şeyi o oda olan bir dedeme ekstra tanrı misafir ben gelmiştim.

O odanın taşları yoksulluk ile örülmüştü.

Boyası garibanlığın tüm renklerini yansıtıyordu.

Yer yer sıva, yer yer garip kireç suyu ile boyanmıştı.

Daha sonraları fark ettim ki; tavanın çinkosuna baktığım zaman, her deliğe bir yıldız geliyordu.

Yalnız kaldığım zaman yıldızlar bana elçilik yapıyordu.

Geceleri yıldızlar aracılığı ile konuşabiliyordum.

Her akşam annemle konuşuyordum.

Babam konuşmamıza katılmıyordu.

Sadece bana bakıyor, baktıkça kendimi çok cesur hissediyordum.

Dedemin sevgisi ile ısınan, tavanına yıldızların konduğu, çinkom.

Odam, dedem ve ben. Dedi “Bayram”

Ve sustu…

Deniz, gece, bank, iki adam, yağmur, ay ışığı ve birbirini yeni gören,

“Hayallerinin toplamı sıfır olanlar…”

Yaralarının kabuk bağlamasını, ihanet sayanlardır…

Saygıyla…