Yaman takiyyeci, bu yıllarda mağdur, mahkûr ve mazlum rollerini çok büyük bir muvaffakıyetle oynadı.
Yıllar önceydi, İstanbul’da Boğaz’ın Anadolu Yakasında Çengelköy yakınlarında bir yerde bir dostumuzun sünnet merâsimine dâvetliydik. Yemekler yendi, namaz kılındı, sünnet merâsimi tamamlandı. Dâvetlilerden çoğu mekânı terkettiler, iki elin parmakları kadar dâvetli ya kaldı, ya kalmadı.
Dâvet sahibi olan Hocamız, “Akkoca, sende hem hocalık, hem de gazetecilik var, kulağın deliktir, söyle bakalım, memleketimizde neler oluyor, neler dönüyor?” dediler.
“Hocam! Memleket bildiğiniz gibi, fazla değişen bir şeyler yok, yalnız ortalık iki zât’a kalmıştır, birisi gülerek, diğeri ağlayarak malı götürüyorlar. Buna mukâbil, memleketimizdeki diğer dînî dinamikler ya kendi aralarında kavga ediyorlar, ya da bîgâne bir şekilde rollerini büyük bir muvaffakıyetle icra eden bu iki büyük artist’i temâşa ile, zaman zaman da takdir alkışlarıyla meşguldürler,” dedim.
Az sayıda dâvetlilerden birisi, -sonradan Karadeniz illerinden birisini bir ilçesinin dernek başkanı ve o il’in bütün ilçe dernekleri birliğinin de başkanı olan bir zat- çok hiddetli ve şiddetli bir ifade ile “siz, o mübârek insanlar hakkında nasıl konuşuyorsunuz, onlar, bu devirde İslâm’a en büyük hizmeti yapıyorlar,” diye gürledi.
Kendilerine, “Beyefendi! Ben sizinle muhatap olmam, Hocamız bana bir sual tevcih etti, kendilerine cevap mahiyetinde görüşlerimi arz ettim. Siz, benim görüş ve düşüncelerime katılmayabilirsiniz, sizin öyle düşünme ne kadar hakkınız ise benim de böyle düşünme hakkımdır.” dedim. Ağustos sıcağında ortada buz gibi bir hava oluştu, dâvet sahibi defalarca özür dilemek zorunda kaldı ve bendenize böyle bir sual tevcih ettiği için her halde ziyâdesiyle pişman olmuştu.
Aradan çok uzun bir zaman geçmeden sürekli tebessüm ederek-gülerek, faizsiz bankacılık sistemine para toplayan zât’ın “FİNANS KURUMU” iflas bayrağını çekmiş, fâizden, bankacılık sisteminden kaçan yüzbinlerce Müslüman-Türk vatandaşının, birmilyardörtyüzmilyon Amerikan Doları hava olmuştu...
Başta şirketlere aktarılan, televizyon dizileri için harcanan, artistlerin başlarına helikopterlerle saçılan bu paralar, 400 Milyar TL’si, Türkiye Diyânet Vakfına ait olmak üzere, vakıflara, cami ve Kur’ân Kursu derneklerine, faizden kaçtıkları için bankaların bulunduğu cadde ve sokaklardan bile geçmeyen müslümanlara aitti.
Ömürlerinin tek gayesi olan Hacc ziyâreti için ömür boyu biriktirdikleri Hacc paraları, kimsesiz yaşlı ve dul kadınların kefen paraları da, yangın çıkabilir, hırsızlara kaptırılabilir korkusuyla bu faizsiz sistem kurumuna yatırılmıştı.
Sünnet merasiminde bizi azarlayan dernek ve vakıf başkanı olan zat da, başkanı olduğu derneklerin ve vakıfların birmilyon Amerikan dolarına yaklaşan paralarını, faizden kaçmak ve İslâm’a hizmet etmekte olan bu kurum ve kuruluşa yardım etmek maksadıyla bu kuruma yatırmıştı. Tabiî ki, diğer şirket, vakıf ve derneklerin yatırdıkları paralar gibi bu zat’ın başkanı olduğu vakıf ve derneklerle birlikte kendi tasarrufları da buhar olmuştu.
Bu hususta dertleştiklerine, “Bir zamanlar beni ve diğer müslümanları birisi ikaz etmişti, fakat biz o zat’ın ikazına kulak asmadığımız gibi, kendisiyle kavgaya bile tutuşmuştuk, kendisine herhangi bir yerde rastlarsam, özür dileyecek ve ağzından öpeceğim,” diyormuş. Haklı çıkmak insanı gururlandırır, ama, keşke, ben haksız çıksaydım da bunca insan, dernek ve vakıf müslümanlardan topladıkları paralarını kaptırmasaydılar.
Türkiye Diyânet Vakfı başta olmak üzere, bu “KURUM”a paralarını kaptıran dernek ve vakıflara, “Müslümanlardan topladığınız zekât ve fitre paralarını tedbirsizlik ederek niçin bu “KURUM”a kaptırdınız, diye hiç hesap soran çıkmamıştır.
Bundan sonra en azından müslümanlar, “bizden topladıklarınız zekât ve fitre paralarını kaptırdınız, mahalline sarf etmediniz, bundan sonra size yardım ederken iki kere düşüneceğiz, zekât ve fitrelerimizi sizin gibi çarçur etmeyecek, zekât, fitre ve infak’ın ruhuna uygun olarak bu yardımların gerçek sahiplerine bizim adımıza ulaştıracak olan şahıs, dernek ve vakıfları tercih edeceğiz,” diyerek hesap sormalıdırlar...
Merhum üstad Necip Fazıl Kısakürek, 1970’li yıllarda, siyâsi partilerimizden birisinde idarecilik, o yıllarda kurulan hükûmetlerde bakanlık yapan bir zat için, “Mütebessim Ahmak,” derlerdi. Hatta, zaman zaman, yüzüne karşı böyle hitap ettiği halde o zat, ahmakça tebessümlerine devam ederdi. Fakat, tebessüm ede ede malı götüren bu zât aslâ “Mütebessim Ahmak” değilmiş, aksine “Hinoğlu hin, bir Mütebessim,” imiş...
YA AĞLAYARAK MALI GÖTÜREN!..
20.Asr’ın 80’li, 90’lı yılları sanki bir geçiş, boşluk, berzah yılları gibiydi. Türkiye’de dînî dinamikler, muhtelif sebeplerle çekinik, pısırık haldeydiler. Bu boşluktan en iyi istifade edenlerden birisi de ağlayarak malı götürenlerdendi.
Bu dönem, koalisyonlar içinde bile olsa, değişik görüşlerin iktidara taşındığı, sermâyenin, banka kredilerinin, devlet eliyle verilen tahsislerin ve taahhütlerin daha geniş kitlelere indiği, olabildiğince genişlediği bir dönemdi.
İzmir’in Kemeraltı’sında, İstanbul’un, Sultanhamam’ında Han Odabaşılığı yapanların bile, devletten aldıkları tahsisler, taahhütler ve banka kredileriyle fabrikatör olduğu bir dönemdir.
Aynı imkânlarla, Anadolu’nun muhtelif yerlerindeki küçük müteşebbislerin büyük paralar kazandığı bir dönemdir.
Yaman Takiyyeci, ömrünün en büyük takiyyesini göstermeye başlamıştır.
İzmir’de Hisar Camiî’nde, İstanbul’da Süleymaniye Camiî’nde, büyük kalabalıklara va’azetmeye başlamıştır.
Va’az’larında, sık sık, kendisinin hiçbir mal varlığının olmadığını, tekrarlamakta, bir lokma, bir hırka ile iktifa ettiğini, dünya malı ve saltanatında gözünün olmadığını ifade ederek, kendisinin ashâp dönemindeki müslümanlar gibi yaşadığı hususunda dinleyenleri iknâ etmektedir.
Dinleyenlere, ashâp dönemi müslümanlarının hayat tarzlarını ajite ederek ve ağlayarak anlatıyor, Aşare-i Mübeşşera gibi kolayca  cennete girecekleri yolu gösteriyor, damardan girerek her türlü dünyevî ve mâlî fedâkarlığa hazır hale getiriyordu.
(Devam edecek.)

***
Not: İşbu yazı 14.11.2005 tarihinde gazetemizde çıkmış olan yazının tekrarıdır.