Başta eğitim öğretim ve ticari hayat  olmak üzere hemen hemen her alanda, verimli topraklarımızın olduğunu sıklıkla ifade ederiz. Verimli ifadesini kullanmamızdaki kasıt tabii ki mevcut toprağın her bir karışından ürün alabildiğimizi ve işleyebildiğimizi ifade etmektir. Yani taşlaşmış, körelmiş alan yoktur.
Bugünlerde İMKB’nin açıkladığı şirketlerin bilanço ve kârlılık rakamlarına baktığımızda, kârlılıklarının geçmiş yıllardan çok daha az olduğunu görüyoruz. Mesela sanayide kârlılıkların %5-10’lardan %1–2’ler seviyelerine, hizmet sektöründe %15 –20’lerden, %5-10 seviyelerine gerilediğini görmek mümkün.
İMKB’ye kayıt olmamış KOBİ’lerde ise kârlılıklar çok daha yukarılarda iken bu firmaların da yine kârlılıklarının %5–10’lar seviyelerine geldiğini öğrenebiliyoruz. Bu veriler de bize tekrar gösteriyor ki, her ne kadar farkında değilmişiz gibi ya da en azından Türkiye’de kriz yokmuş gibi davransak ve göz ardı etsek de, aynı kurbağa deneyinde olduğu gibi ısınan suya alışarak kaynamaya doğru ilerliyoruz. Bunun en büyük riski ise kaynadığımızın farkına varamayacak olmamız. Yine görülüyor ki bu kriz ortamında uzunca bir süre yaşayacağız.
Yunanistan battığında hemen herkesin konuştuğu tek şey vardı; Yunanistan halkının “siesta”sı. Yani, bankaların 08:30 ile 14:00 saatleri arasında çalışmaları, özel sektörde bu süre kısalabiliyordu ve onun dışında sadece tüketici olduklarıydı. Verimsiz, işlenmemiş bir insan, işlenmedikçe taşlaşan topraklarımız gibi, yavaş yavaş üretimden uzaklaşıp gaflete düşecektir. İnsanlarımızın tüketebilmesi için öncelikle işlenmeleri ve bunun sonucunda değer katan bir çalışmanın içinde bulunmaları gerekmektedir.
Günümüz kriz ortamında, buna daha şiddetli ihtiyaç duymaktayız. Şirketler kârlılıklarının düştüğü bu ortamda ancak daha verimli çalışarak, kârlılıklarını bir nebze daha arttırma imkanına sahipler. Çalışanların mesai saatlerinin her bir dakikasını üretime ayırmaları, hatta bazı sektörlerde mesai saatleri dışındaki zamanlarını bile üretim için kullanabilmeleri hem bu kişilerin kendilerine, hem şirketlere, hem de ülkelerine değer katacaktır.
Verimli çalışma işinin belirli bir sistem içinde yapılmaması da yanında birtakım riskler getirir. Kapasiteyi zorlayan çalışma metodları verimli gibi görünse de, kaza yapma olasılığını artırır.  Bu sebeple işin niteliğine göre, kendi içinde kontrol noktalarının oluşturulması ve risk analizinin yapılması mutlak önem taşır. Verimli çalışan toplumlarda faizler yükselmez. O ülkenin paraları diğer ülke paralarına karşı ansızın ve yüksek miktarda değer kaybetmez, vergi oranları düşer, ülkenin borsaları yükselir, şirketlerin kârlıkları artar.
Bu oranları kıyasladığımızda kendi verimliliğimizi ölçme imkanımız da oluşmaktadır. Mesela; Almanya’nın serbest piyasada yıllık ortalama faiz oranı %2 iken, Türkiye’nin serbest piyasadaki yıllık ortalama faiz oranı %15’tir. Yani Almanya’daki firmalar ve çalışanlarının, Türkiye’deki firma ve çalışanlarından yedi kat daha verimli çalıştığını kabaca söyleyebiliriz. Marka değerleme sıralamasında Almanya ve Çin’in birinci ve ikinci sırada olmaları, üreticilerinin verimliliğinin yüksek olmasını ifade eder.
Bu örnekten de net olarak görülebileceği gibi, verimliliğimizi ölçme imkanımız var. Dünya piyasalarında lider bir ülke ile ülkemizi kıyasladığımızda abartılmamış, olabilirliği mümkün hedefimizi rahatça belirleyebiliriz.
1760’lar da Adam Smith “Emek Değer teorisinde”de üretimin verim ile ilgili olduğunu savunmuş ve en verimli üretimin nasıl yapılabileceğini araştırmıştır. Batı’daki bu verimlilik politikalarının, güzelliği, estetiği de azalttığı hatta bazı ürünlerde yok ettiğini de göz ardı etmemeliyiz, M.Ö. eski Yunan’da yazıldığı bilinen bir atasözünü de yeri gelmişken belirtmek isterim “Güzel şey zor olur”.
Aynı zamanda verimsizliği, çalışanın düşük performans göstermesi olarak değerlendirebileceğimiz gibi, gösterdiği emeğin bedelini bulamaması olarak da değerlendirebiliriz.