VAKIF: Lugat i’tibariyle, hapsetmek, imsâk, (tutmak) menfaatini tasadduk etmek demektir. Istılahat-i Fıkhiyye’de, varlıklı Müslüman’ların mallarını bir bölümünü veya tamamını herhangi bir hizmete mesnî, ayırması, hapsetmesi ve şart koşmasıdır. Vakıf Müessesesi’nin tarihçesi: Eski kavimlerde, Hazret-i Dâvud, Hazret-i Süleyman zamanında da vakıf’ların olduğu biliniyor. Mekke’de, Medine’de, Kudüs’te, Mukaddes topraklar’da, Hazret-i İbrahim’e ait, “Halilü’r-Rahmân” vakıfları tespit edilmiştir. Fakat, fetret devirlerinde diğer pek çok güzellikler gibi vakıf müessesesi de ortadan kaldırılmış bulunuyordu. Bu bakımdan Hazret-i Peygamber salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimizin irsâlinden sonraki İslâm’ın tekemmül ve tamamlama döneminde, ilk vakıf Sevgili Peygamber’imiz tarafından kurulmuş, O’nu, Hulefâ-i Râşidîn ve diğer Sahabe-i Kirâm ta’kip etmiştir. Ebû Hüreyre radiya’llâhu anh’den rivayet edilmiştir ki: Resûlü’llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimiz şöyle buyurmuştur: (Vefatımda) vârislerim ne bir dinâr, ne bir dirhem paylaşmaz. Bıraktığım şey (ki, hurmalıklardır. Bunun) kadınlarımın nafakasından, işçimin ücretinden geri kalanı vakıftır.” Buhârî Hadis’lerinin şârih’leri, hadis metninde geçen âmili, vakfedilen hurmalıklar’da ücretle çalışanlar olarak şerh etmişlerdir. Şerîat örfünde, “Kayyim” vâkıf tarafından (vakfeden) vakfı idare etmek üzere vazifelendirilen kimselere denilir. Ayrıca bunlara vâkıf’ın nâzırı (gözeteni) vekîli, imam-hatip, müezzen gibi ücretle vakıflarda çalışanlar bu genel unvan altında toplanırlar. Bu bakımdan hadis metninde geçen âmil ile kayyım aslında fıkah örfünde müterâdif biri diğerinin aynı manayı ifade eden değişik lafızlardır. Hadis Şârihi İbn-i Battal da Hadis’te âmil, ücretiyle Resûlü’llâh’ın muradı (kasdı) Benû Nadîr, Fedek ve Hayber hurmalıklarında çalışan işçilerin ücretidir. Medine-i Münevvere’ye yakın bir mesâfede bulunan Benû Nadîr ile Fedek arazisi harpsiz alınmış olup, Taraf-ı İlâhî’den fey olarak Hazret-i Peygamber’e tahsis buyrulmuştur. “Allah’ın onlardan (mallarından) Peygamber’ine verdiği ganimetler için siz at ve deve koşturmuş değilsiniz. Fakat Allah, Peygamber’lerini dilediği kimselere karşı üstün kılar. Allah her şeye kâdirdir.” (Haşr 59/6) Harb edilerek alınan Hayber ile Benû Kureyza’da da Resülullah’ın hissesi vardı. İbn-i Abbas radiya’llâhu anh yukarıdaki âyet-i Kerime’deki Ehl-i Kurâ’yi Kureyzâ, Nadîr, Fedek, Hayber arâzileriyle Ureyne köyleri olarak tefsir etmiştir. Hasâis-i Resûl’den olmak üzere, yâni sadece ve sadece Resûl-i Ekrem’e özel olarak, Allah’ın ihsan buyurdugğu bu hurmalıkların geliriyle kadınlarını ve ailesini geçindirir, işçilerin ücretlerini verirdi. Bakiyesiyle de İslâm mücâhid’lerini teçhiz eder, onları harbe hazırlardı. Resûlüllah’ın bu vakfı bir nev’i şartlı bir vakıftır. Resûl-i Ekrem’in irtihalinden sonra da kadınlarının adet-i veçhiyle nafakalarından ve işçi ücretlerinden artan kısım vakıftır. Kocası ölmüş veya boşanmış kadınların nafakaları “iddet” (belli bir süre ki, bu süre en az dört ay ongün’dür) müddetiyle kayıtlı iken, Resûl-i Ekrem’in zevceleri için bu nafaka hayatta oldukları müddetçe devam edecektir. Hadis şârih’lerinden Hattâbî bu noktayı açıklayarak aydınlığa kavuşturmuş, İbn-i Uneyne’nin şöyle söylediğini nakletmiştir: “Peygamber’in zevceleri, Müslüman’ların anneleri demek olup ümmet tarafından nikâh ve izdivaç’ları ebediyyen câiz olmadığından “mu’tedde” nikahlı hükmündedirler. Bu cihetle de kendileri için kayd-ı hayat şartıyla nafaka hükmü câri olmuştur. Oturdukları oda’lar da kayd-ı hayat şartıyla kendilerine süknâ olarak bırakılmıştır. Dikkat buyrulursa Sevgili Pegayber’imiz sahibi olduğu hurmalıkların çıplâk mülkiyetini vakfederken semeresini-hasadını, kadınlarına ve bu hurmalıklarda işçilik yapanlara nafaka olarak verilmesini vasiyet etmiştir. Esâsen bu hurmalıklar’dan maadâ üleşilecek altın ve gümüş, ya da ticârî malı bulunmuyordu. Bulunsaydı bile, “Bizler Enbiya topluluğu vâris olunmayız. Bizim bıraktığımız herşey sadakadır,” Hadis-i Şerifine göre vârislerine intikâl etmeyecek, sadaka olarak mücâhid’lere ve ihtiyaç sahiplerine dağıtılacaktı. * * * İbn-i Ömer radiya’llâhu anhâ’den rivayet edildiğine göre, Râvî’nin Pederi Hazret-i Ömer radiya’llâhu anh, Resûlüllah sall’allâhu aleyhi ve sellem’in zamanı saâdetinde “semğ” denilen, öz malı bir hurmalığı vakfetmek isteyerek: - Yâ Resûlüllâh! Ben, nazarımda en güzel ve kıymetli bir hurmalığa mâlik bulunuyorum. Hâlis kazancım olan bu malımı vakfetmek istiyorum, diye Resûl-i Ekrem’den sormuş, Nebî salla’llâhu aleyhi ve sellem: - Bu hurmalığın aslını, rakabetini (çıplak mülkiyetini) vakfet! Artık, o satılmaz, hibe edilmez vâris olunmaz, yalnız onun mahsûlü (müstahıkkına) hak edenlere infak edilir, yedirilir, buyurdu. Ömer de bu malını o suretle vakfetti. Ve bu sadakası Allah yolunda mücahid’lere, esâretten kurtulmak isteyen kölelere, misâfirlere, vâkıfın (vakfedenini) yakın akrabasına meşrût idi (şartlı olarak vakfedilmişti). Bununla beraber mütevelli nasbolunan kimsenin, vakfın rakabesine (çıplâk mülkiyetine) tecâvüz etmeyerek yalnız nemâsından örfe göre yemesinde yâhud dostlarına yedirmesinde de günah yoktur. * * * Osman radiya’llâhu anh’den rivayete edildiğine göre, Osman radiya’llâhu anh Efendimiz (Mısırlı’lar tarafından) kuşatıldığı zaman evinin üstünde görünerek ve Ali, Talha, Zübeyir ve Sa’d İbn-i Vakkas’a hitâben şöyle demiştir: “Allah aşkına size sorarım. Ve kimseye sormam, ancak Nebî salla’llâhu aleyhi ve sellem’in ashabına sorarım; siz bilmezmisiniz ki, Resûlüllah salla’llâhu aleyhi ve sellem Rûme kuyusunu kim kazarsa onun için cennet vardır, buyurmuştu da hemen onu ben kazmıştım. Bilir misiniz ki; Resûlüllah Ceyşü’l-usereyi kim teçhiz ederse onun için cennet vardır, buyurmuştu da hemen onu teçhiz etmiştim. Râvî der ki; Ashab, Hazret-i Osman’ın sözlerini tasdîk ettiler. Rûme Kuyusu veya Gifâr oğullarına ait pınar mes’elesi: Mekke’den gelen mühâcirler ve Seylülarîm’den sonra Yemen’den gelen mühacirle Medine nüfusu bir hayli artmıştı. Zâten kıt olan su kaynakları iyice yetişmez olmuştu. Nüfus az iken hemen hemen herkesin istifade ettiği Gifar oğulları pınarı, ya da Rume kuyuları kâfi gelmez olmuştu. Tarihin bütün safhalarında olduğu gibi, kıtlıktan, karaborsa’dan istifade etmek isteyen Medine’li bir Yahûdî Gifar oğullarına ait bu pınarı ya da kuyu’yu satın almış veya kiralamış, kilit vurmuş Müslüman’lara bir kırba suyu bir müd bedelle satmaya başlamıştı. (Bir müd sag’ın dörtte biridir ve önemli bir rakamdır). Varlıklı olanlar bu parayı ödeyip suyu içiyorlarsa da fakir olan sahabe’nin ekserisi maalesef bu sudan içemiyordu. Bunun üzerine Resûl-i Zîşan Efendimiz, “Her kim ki Rûme Kuyusunu kazarsa onun için cennet vardır,” buyurunca, Hazret-i Osman radiya’llâhu anh efendimiz değerinin çok üstünde bir rakamla, 35 bin dinar ödeyerek Rûme Kuyusunu satın alarak Müslümanlara vakfetmiştir. Hadis metninde “Her ki Rûme’yi kazarsa” geçiyor, oysa ki rivâyetler’de Rûme’nin Gifar oğullarına ait bir pınar olduğu kaydediliyor. Beşîr, Eslemî’den şöyle rivayet ediyor. Şu halde Rûme’nin esâsen bir pınar olmasını, bilahere Hazret-i Osman tarafından satın alınarak onun yerine bir kuyu kazdırmış bulunmasını kabûle herhangi bir mâni yoktur. Şârih Kirmanî de, Rûme’nin bir Yahûdiye ait olduğunu suyunu Müslümanlara sattığını bildiriyor. Kelebî de Yahûdî beher kırbasını bir dirheme sattığını bildiriyor. Yukarıya aldığımız ve genişçe izahını verdiğimiz üç hadisten anlaşılıyor ki, Yüce İslâm Dini’nin tekâmül ve tamamlama tarihinde, ilk vakıf Sevgili Peygamber’imize, Hulefâ-i Râşidin ve diğer Ashab-ı Güzine aittir. Hazret-i Câbir radiya’llâhu anh demiştir ki: “Ben muhâcirler’den ensar’dan mal sahibi olup da vakıf ve tasaddukta bulunmayanı bilmem,” demiştir. Hülefâ-i Râşidîn’den sonra, Emevî’ler, Abbâsî’ler, diğer İslâm hükümdar’ları, emir’leri, Büyük Selçuklu, Selçukî’ler ve bilhassa, Devlet-i Aliyye’miz Osmanî’ler, pek çok ve pek mühim vakıflar te’sis etmişler, pek muazzam Hayrî Müesseseler vücuda getirmişlerdir...