Sultan Vahideddin’in, işgal İstanbul’undaki hâlet-i rûhiyesini gösteren tarihî bir alıntı sunuyorum. Öyle bir rûh hâli ki, İzmir’e giren Türk Ordusu’nun, bir an evvel İstanbul’a da girmesini istiyor. Sabırsızlıkla bu mes’ût ânı bekliyor. Üstelik o gelecek olan ordu, kendisini tahtından indireceği hâlde. Kendisini yerinden yurdundan edeceği. Belki de canından olacağı hâlde.
Bütün bunlara rağmen Vahideddin Han, Türk Ordusu’nun bir an önce İstanbul’a girerek, İstanbul’u işgalden kurtarmasını sabırsızlıkla, dört gözle bekliyordu.
X
Millî Mücadele’de Türk Ordusu’nun İzmir’i istirdadı (kurtarması) üzerine, Sultan Vahideddin Ayasofya’da bir mevlit okutmuştu. Bu dinî merasim, o tarihte İtalyan Sefareti İkinci Kâtibi olarak İstanbul’da bulunan ve sonra başka bir memlekette büyük elçiliğe kadar yükselen Sinyor Piyetro Quaroni tarafından yazılmış ve bilâhare (daha sonra), “Croquis d’ Ambassade” adıyla neşrettiği hâtıratı meyanında  neşretmiştir. Aşağıdaki satırlarda, Ayasofya’daki bu tarihî merasimi, o günün heyecanını duyarak okuyacaksınız. (Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu, ORDU  VE  POLİTİKA, İstanbul - 1967, s. 367)
X
AYASOFYA’DA  BİR  MEVLİT
Türk Ordu’su, bir semti alevler içinde yanan İzmir’e girmişti. Yunanistan’la yapılan harp artık sona ermişti… Birden koca şehri umumî bir hayret sardı.
Sultan’ın Ayasofya’da Türk Kuvvetleri’nin zaferini tes’îd (kutlamak) için, teberrüken mevlûd okutacağı duyulmuştu.
Bu, cidden düşündürücü bir haberdi. Zira Ankara Hükümeti Sultan hakkındaki fikrini, ona karşı neler tasmîm ettiğini (hakkında neler düşündüğünü) artık gizlememekte idi. Ve Sultan, kendisini de devirecek olan kuvveti, zafere ulaştırdığından ötürü Cenabı Hakk’a hamd edilmesini istiyordu.
Tabii bu dinî merasim, bu ibadet yalnız Müslümanlara mahsustu. Fakat Ayasofya’yı dolduracak mü’minlerin saflarına karışmak için öyle büyük bir arzu ve meraka tutulmuştum ki, büyük camie gitmekten kendimi alamadım.
O devirde İslâmın ibadet şekillerini oldukça iyi kavramıştım, bilirdim. Dış görünüş bakımından bu ibadet hiç de güç yapılır bir şey değildi. Önce başa giyilecek şeyi iyi seçmeliydim. Fes giymek tehlikeli olabilirdi. Biri Türkçe bir şey sorsa şivem bana ihanet edebilirdi. Ama Rusya Müslümanları’nın giydikleri ve renkli işlemelerle süslü takkelerden birini başıma geçirirsem tehlike azalabilirdi. Kafkaslarda vazîfe görmüş olduğum için ora Türklerinin şivelerini iyi biliyordum.
O yıllarda, Rusya’da Çarlığın devrilişinden sonra kurulmuş müstakil Türk Devletleri’ni kızıllar birer ikişer yok etmiş oldukları için, bütün o talihsiz memleketlerden İstanbul’a bir çok insan göç etmiş bulunuyordu. Nitekim o gece Ayasofya’yı dolduranlar arasında bunlardan bir çoğunu gördüm.
Büyük camie vardığım zaman hava kararmış, gece olmuştu. Ayasofya mü’minlerle dolup taşmakta idi. Büyük iç kapıdan girince hemen loş bir yer seçip bir halı üstüne bağdaş kurdum.
Bence Ayasofya’nın, içi insan elinin yapabildiği şeylerin en güzellerinden biridir. Yılların cilâ vurduğu o kibar renkli sütunların birbirini kovalayışı ve mermerlerin her birinin bir başka türlü göz alışı hiç unutulabilir mi?
O âna kadar Ayasofya gecelerini bilmiyordum. Büyük câmiyi geceleyin hiç ziyaret etmemiştim.
Binlerce kandilden rûha sükûn veren tatlı bir ışık dökülüyordu. Kur’an âyetlerinin beyaz harfleri boşluklarda yayılarak daha da büyüyerek alacakaranlık içinde gözü alıyordu. Şurada burada mozayiklerin altın pırıltıları esrarengiz kıvılcımlar saçıyordu. O dev kubbe, şimdi daha da yüksek ve azametli, âdeta sonsuz bir hâl alıyordu.
Taaa dipten, çok uzaktan, âhenkli ve iyi duyulan sesler geliyordu. Mollalar, Hâfızlar sıra ile Kur’an okuyorlardı.
Mihrabın yanında, bu mü’minler kalabalığının önünde O, tek başına duruyordu. Başında gri bir kalpak vardı. İçine kırmızı çuha kaplanmış mavimtırak paltosunun yakaları cömertçe açılmıştı.
O… Majeste Altıncı Mehmet… Osmanlıların İmparatoru, mü’minler emîri, Zillullah-ı fi’l- Arz (Yeryüzünde Allah’ın kanunlarını, O’nun adına tatbik edip uygulayan), Krallar Kralı, Sultanlar Sultanı, âlemdeki Hüsrevlere (Hükümdarlara) taçlar dağıtan ve daha nice unvanların sahibi, Sultan…
Cemaat hâlinde eda edilen bir İslâmî ibâdet yâni namaz kadar ihtişamlı bir manzara olamaz. Bütün mü’minler hep beraber secdeye varıp alınlarını yere değdirdikleri anda kumsala gelip parçalanan dalgaların gürültüsü gibi bir ses yükselir…
Bu gece loşluk ve dinî olduğu kadar da vatanperverâne olan heyecan, mevlûd’un ruhânî ululuğunu bir kat daha artırıyordu.
Ulemadan bir zat mihrapta birkaç basamak yükseldi. Ben uzaktan onun ancak ak sakalını ve kocaman beyaz sarığını görebiliyordum. Arapçanın bazan peltek, bazan sert seda verişini, Türk Dili’nin kıvrak âhengi takip ediyordu.
Kulaklarım ara sıra bir kelimeyi farkedebiliyordu…Ama etrafımı saran halkın ne derece kendinden geçmiş ve alevlenmiş olduğunu hissediyordum. Ve hutbe biter bitmez bu halktan korkunç bir haykırış yükseldi:
“Kahrolsun gâvurlar!”
Ve şu anda kendimi bilhassa yalnız ve daha da fazla gâvur bulan ben itiraf ederim, hiç utanmadan itiraf ederim ki ben de, tıpkı onlar gibi gırtlağım yırtıla yırtıla haykırdım:
“Kahrolsun gâvurlar!”
Namaz, Mevlûd, Âyin ve Duâ bitince sert bir kumanda duyuldu. Birdenbire beliren iki dizi jandarma halkı güçlükle ayırdı. Dar bir yol açtı. Majeste Sultan Ayasofya’dan ayrılıyordu.
Yanımdan geçerken dikkat ettim:
Başını biraz sağına eğmiş, gözlerini hafifçe yummuş, dua okur gibi bir hâli vardı. Dirsekleri hâlâ bükülmüş, avuçları hâlâ Kıbleye doğru açıktı.
Yüzü çok sararmıştı (çünkü):
İstanbul hâlâ işgal altındaydı…(A.g.e. s: 367 - 370)  
X
Şu asâlete bakın ki, Vahdeddin; İstanbul’a gelecek olan Türk Ordusu’nun; kendisini tahtından indireceğini, tâcından edeceğini bildiği hâlde, bir ân evvel Türk Ordusu’nun İstanbul’a gelmesini büyük bir heyecan ve sabırsızlıkla bekliyordu.