TÜRKİYE'NİN TARİHİ ROLÜ
M. Kemal SALLI
TARİHİ BİRİKİM DİYELİM, KÜLTÜREL BAĞLARIN DERİNLEŞİP YAYGINLAŞMASI DİYELİM, ZAMANIN ÜLKELERE KAZANDIRDIĞI BAZI ÜSTÜNLÜKLER VARDIR. TÜRKİYE DE, TARİHİNİN VE KÜLTÜREL BAĞLARININ KAZANDIRDIĞI STRATEJİK DERİNLİKLE, ORTADOĞU'NUN LİDER ÜLKELERİNDEN BİRİ KONUMUNDADIR. BU KONUMU TÜRKİYE'YE, AYRICA, KÜRESEL AKTÖR OLMA 'BONUS'U DA KAZANDIRMAKTADIR.
GELİŞMELER, DIŞ ETKİLERDEN BAĞIMSIZ OLARAK YÖNETİLDİĞİNDE, BİR TÜRK YÜZYILI" YAŞAMA POTANSİYELİNİN HER ZAMAN VAR OLDUĞU DA UNUTULMAMALIDIR.
Başbakan Erdoğan'ın "Ortadoğu'nun lideri" olarak karşılandığı Mısır'ın başkenti Kahire'de, Arap Birliği Dışişleri Bakanları Toplntısı'nda yaptığı konuşma, bir meydan konuşması olmadığından, alkışlarla kesilen ya da onaylanan bölümleri, verilen mesajların Arap dünyasındaki algılamaları yansıtması açısından önemliydi.
Başbakan Erdoğan'ın, Batı basınında, "Türk Yüzyılı başlıyor" şeklinde yorumlanan Kuzey Afrika çıkartmasının ilk durağı olan Kahire'deki konuşmasında vurguladığı demokrasi, özgürlük, halkın iradesine dayalı demokratik yönetimler oluşturulması çağrıları, otokratik yönetimlerin hüküm sürdüğü ülkelerin dışişleri bakanları tarafından sessizce dinlendi.
Konuşmasında hem "Arap Baharı"nı hem de Filistin sorununu sahiplenen Erdoğan, doğal olarak, en çok alkışı Filistin'e bağımsızlık verilmesini dillendirdiği bölümlerde aldı. "Filistinli kardeşlerimiz artık özlemini çektikleri devletlerine kavuşmalıdırlar. (...) Gelin o Filistin bayrağını en kısa zamanda hep beraber göndere çekelim. O bayrak, Ortadoğu'da barışın, adaletin sembolü olsun" dediğinde, salondaki tüm dışişleri bakanlarından coşkun alkış aldı. Başbakan'ın Filistin davasını dünya gündemine taşıyan konuşmasının aldığı alkışın, onayın da ötesinde bir heyecanın yansıması olduğunun altını çizmek gerekir.
FİLİSTİN SORUNU ÇÖZÜLMEDEN…
Hatırlayanınız olacaktır, ABD eski Başkanı Bill Clinton, "Filistin sorunu çözülmeden Ortadoğu'ya barış gelmez" demişti. Başbakan Erdoğan da, Ortadoğu yarasının nereden kanadığını işaret ederken, "Ortadoğu'daki çatışmaların temelinde Filistin sorunu yatıyor" diyor.
Erdoğan, Türkiye'nin Filistin konusundaki duruşunu seslendirirken, ilgisini yalnızca Gazze ile sınırlamadı; çözümün Filistin devletini tanımak olduğunun altını kalın kalın çizdi. Böylece, Ortadoğu'nun temel sorunun ortaya koyarken, "Hamas'a destek veren ülke" suçlamasına da fırsat vermemiş oldu.
Batı medyası, "Erdoğan Ortadoğu liderliğine oynuyor" diyor, ama Erdoğan'ın konuşmasının ana hatları dikkate alındığında, Türkiye'nin, "Arap Baharı" yaşayan ülkelerin bir kaosa sürüklenmelerini önlemek kaygısıyla hareket ettiği izlenimi ağır basıyor. Bu kaygı çok önemlidir. Çünkü, Türkiye'nin çıkarlarıyla, yeni bir dünya düzeni kurma teleşı içinde olan Batılı müttefiklerinin çıkarları bu noktada kesişmektedir. Türkiye ile Müslüman Arap dünyasının ve Batılı ortaklarının çıkar hesaplarının çatıştığı bir noktada denge politikası oluşturabilmek, çok ustaca kurgulanmış bir kriz yönetimi ile başarılabilir.
Türkiye, dolayısıyla Başbakan Erdoğan, bir önemli sürece kaptanlık yaparken tarih bilinciyle hareket ediyor. Kuzey Afrika'dan Afganistan'a, Hazar Denizi'nden Umman Denizi'ne uzanan geniş coğrafyadaki hareketlenme, yüzyıl öncesinde I. Dünya Savaşı'yla başlatılan ve Sevr Anlaşması'yla noktalanan Osmanlı mirasını paylaşma savaşının bir devamıdır.
Bu büyük paylaşım kavgasında Osmanlı hem Batılı emperyalistlerle, hem de bazı Arap ülkeleriyle karşı karşıya gelmişti. "Arap Baharı" eşiliğinde izlediğimiz halk hareketlerini, Türk Kurtuluş Savaşı nedeniyle kesintiye uğrayan paylaşım savaşının bir devamı olarak değerlendiğimizde, önümüze, gelişmelere çok başka açıdan bakmamızı gerektiren bir durum çıkmaktadır.
Bir zamanlar "Osmanlı Gölü" olan Akdeniz'in israil önderliğinde bir "Batı Gölü"ne, Türkiye'yi bir kenara iterek İsrail'i bir enerji terminaline dönüştürme çalışmaları, ABD ve İsrail şirketlerinin Kıbrıs'ın doğusundaki 12. Afrodit Parseli'nde doğalgaz çıkarma çalışmaları başlatacak olmaları, Akdeniz'de en uzun kıyısı olan Türkiye'ye Doğu Akdeniz'deki Münhasır Ekonomik Bölge'de söz hakkı tanınmak istenmemesi, eski Osmanlı toprakları üzerinde yapay olarak oluşturulan devletlerin yeni ihtiyaçlar çerçevesinde yeniden bölünüp parsellenmesi çalışmaları, Türkiye'yi doğrudan etkileyecek gelişmelerdir. Libya'nın bombalanması öncesinde muhaliflerin Fransızlarla yüzde 35 petrol karşılığında anlaşma yapmış olduklarının ortaya çıkması bile, tarihin, Libya'da 25 milyar dolarlık bir yatırımı olan Türkiye'nin omuzlarına ne kadar zor rol yüklediğinin göstergesidir.
Bütün bu parametreler dikkate alındığında, tarihin omuzlarına yüklediği sorumluluğu yönetemediği takdirde, 11 Eylül şoku sonrasında başlatılan Ortadoğu'yu yeniden şekillendirme operasyonundan en çok zarar görebilecek ülkenin Türkiye olduğu kolayca görülmektedir.
Kuzey Afrika ve Ortadoğu'da şahlanan Türkiye sevgisi, küresel emperyal sistem tarafından, "Osmanlı'nın yeniden canlanışı" olarak algılanmaktadır. Batılı gazetelerde de açık açık dillendirildiği gibi, bu bir fantezi değildir. Batılılar, eski Osmanlı topraklarında, Osmanlıyı özleyen bir iklimin egemen olduğunu hp hesaba katmışlardır. Batılılar, I.Dünya Savaşı sonrasında kağıt üzerinde yarattıkları yapay devletlerin sınırlarının gerçekçi olmadığının bilincindedirler. Zengin petrol yataklarına sahip olan Ortadoğu coğrafyasındaki ülkelerin Osmanlı İmparatorluğunu özleyen bir heyecana kapılmaları, tarih boyunca "böl ve yönet" taktiği ile hedeflerine ulaşmaya çalışan Batılılar tarafından, her zaman gündemde olan bir tehlike olarak algılanmıştır.
ÇIKAR ÇATIŞMALARINI NASIL DENGELEYECEĞİZ?
Filistin devletinin tanınmasını sağlamak için BM'de gerektiği şekilde aktif olacağını, Libya'nın BM'de Geçici yönetim tarafından temsil edilmesi için girişimde bulunacağını, "Arap Baharı" hüküm süren ülkelerde muhalefet hareketlerinin siyasal kurum olarak tanınması için çalışacağını ve sürecin yönlendirilmesinde aktif rol üstleneceğini açıklaması, Türkiye'nin çıkarlarıyla Batılı dostlarının çıkarlarının çatıştığının açığa vurulmasıdır. Diğer taraftan, Arap Birliği Dışişleri Bakanları Toplantısı'nda konuşan ve "halkların meşru taleplerine cevap verilmesi" çağrısı yapan Başbakan Erdoğan'ın bu sözlerinin, otokratik rejimle yönetilen ülke temsilcileri tarafından hangi duygu ve düşüncelerle izlendiğini de bilemiyoruz.
Türkiye'nin Ortadoğu açılımında bizi üzebilecek en önemli tehlike, bu coğrafyada Erdoğan'ın sözlerinden umutlanan insanların kısa bir zaman diliminde beklentilerine kavuşamayacak olmalarıdır. Daha önce demokrasi deneyimi yaşamamış olan Arap ülkelerinin akşamdan sabaha demokrasiye geçmeleri mümkün değildir. "Arap Baharı" aktörlerini hedefe ulaştıracak uzun ve zorlu süreçte, bir otoriter rejimin yerini bir başka otoriter rejimin alması gibi demokrasi kazaları yaşama olasılığını, bu deneyimleri yaşamış bir ülke olarak, hiçbir zaman gözardı edemeyiz. Hayal kırıkları yaşanma olasılığı yüksek olan din kardeşi ülkelerden yükselecek tepkiler, "Yükselen Değer Türkiye" imajına ummadığımız ölçüde zarar verebilir.
Türkiye'nin, "Arap Baharı" sürecini, dış rüzgarlardan etkilenmesine izin vermeden, tarihi birikimin kazandırdığı deneyimler doğrultusunda yönetmesi gerekiyor. Akdeniz egemenliği konusunda, komşularıyla savunma anlaşmaları yaparak Türkiye'yi kuşatmayı hedefleyen girişimler göz önüne alındığında, işimizin çok zor olduğunu görebiliyoruz.
“TÜRK YÜZYILI” BİR DÜŞ DEĞİLDİR
Tarihi birikim diyelim, kültürel bağların derinleşip yaygınlaşması diyelim, zamanın ülkelere kazandırdığı bazı üstünlükler vardır. Türkiye de, tarihinin ve kültürel bağlarının kazandırdığı stratejik derinlikle, Ortadoğu'nun lider ülkelerinden biri konumundadır. Bu konumu Türkiye'ye, ayrıca, küresel aktör olma 'bonus'u da kazandırmaktadır. Gelişmeler, dış etkilerden bağımsız olarak yönetildiğinde, bir “Türk yüzyılı" yaşama potansiyelinin her zaman var olduğu da unutulmamalıdır. Bu aşamada Türk Dünyası’nı unutmak, elimizi çok zayıflacaktır, bu gerçeği asla unutmamalıyız.
"Büyük başın kaygısı da büyük olur" diye bir atasözümüz var; o günleri yaşamaktayız.
Yorumlar