“Unutmayalım ki, mihverinde Türk milliyetçiliğinin, Türklük ruhunun, Türk Birliği ülküsünün, milli tarih şuurunun, Türk kültür ve medeniyetinin olmadığı hiçbir düşüncenin, hiçbir fikir hareketinin millet hayatında yeri olmadığı gibi, başarıya ulaşma şansı da yoktur.” Mahmut Yıldırım
Teknolojk gelişmelerin baş döndürücü bir hızla ilerlediği, aşırı sapmaların ve yozlaşmaların neden olduğu sosyal ve kültürel değişimlerin yaşandığı, toplumları millet yapan ulus devlet ve milliyetçilik gibi kavramların belli amaçlara yönelik olarak horlandığı, dünyamızın küresel aktörler tarafından yeniden paylaşılmaya çalışıldığı bir dönemde, Mahmut Yıldırım gibi aydınlarımızın yazdığı kitaplarında, verdikleri konferanslarında, “Unutmayalım ki, mihverinde Türk milliyetçiliğinin, Türklük ruhunun, Türk Birliği ülküsünün, milli tarih şuurunun, Türk kültür ve medeniyetinin olmadığı hiçbir düşüncenin, hiçbir fikir hareketinin millet hayatında yeri olmadığı gibi, başarıya ulaşma şansı da yoktur” diyebilmeleri, geleceğe umutla bakmamaızı sağlamaktadır.
Mahmut Yıldırım, ÜSTTE GÖK ÇÖKMEDİKÇE üst başlıklı dört ciltlik nehir romanında, kurguladığ Karatükenoğlu Basat’ın hayat öyküsünde, toplumumuzu millet yapan bir zaman kesitnide yaşananlarıi anlatıyor.
“ÜSTTE GÖK ÇÖKMEDİKÇE”, milliyetçi bir Türk aydının roman formatında kaleme aldığı tez savunması olduğu kadar, bir edebiyat tutkununun kabuğunu kırma, bir toplum önderi olarak sahneye çıkma hazırlığında ortaya koyduğu “benzerlerinden farklı olarak özgün iddiası bulunan, roman sanatının ana unsurlarından olan mekân-öykü-zaman üçlemesindeki mekân unsurunu ön plana çıkartma” kaygısıyla kaleme alınmış bir eserdir.
“ÜSTTE GÖK ÇÖKMEDİKÇE” dört ciltlik bir nehir roman: 1) KARA/ Bir yıldan az, bir ömür kadar uzun, 2) KIZIL/Mermi çukuru, direniş ve siyah güller, 3) MAVİ/ Barış, huzur, yeniden gözyaşı , 4) SARI/Boşuna heveslenmeyin! Bizim olan yine bizim kalacakI..
Şöyle anlatıyor Mahmut Yıldırım bu eserini:
“Bu romanı benzerlerinden farklı olarak özgün iddiası, yani ana vurgusu (biçimsel tez) hiç kuşkusuz orjinalliği, ele alınış biçimi ve işlenişidir. Daha farklı bir ifadeyle, roman sanatının ana unsurlarından olan mekân-öykü-zaman üçlemesindeki mekân unsurunu ön plana çıkartmasıdır. Ve bu özgün iddia özele indirgendiğinde, yani romanın ana fikirsel vurgusu Türklük ise ve Türklükten niyazımız da bütün bir Türk Dünyası’ysa, romanın gerçek mekânsal ekseni bütün bir türklük coğrafyasıdır.
İddiamız odur ki, bu denli geniş bir mek’an unsurunun romanın diğer unsurlarıyla (öykü-zaman) senkronize bir biçimde ele alınıp harmanlanması yalnız Türk edebiyatında değil, dünyanın farklı edebiyat disiplerinde de az rastlanır, hatta hiç rastlanmayan bir durumdur.”
“ÜSTTE GÖK ÇÖKMEDİKÇE”
Dört ciltlik nehir romanın ilk cildindeki ön bilgiden tanımaya başlayalım “ÜSTTE GÖK ÇÖKMEDİKÇE”yi:
“1956 yılının soğuk, karlarla kaplı düzlüklerde kurtların uluduğu 10 Aralık gecesi, güneyde, hududun ancak 20 metre berisinde, küçük bir demiryolu barakasında dünyaya geldim. Evimizin önünden trenler geçerdi ve tahta traversler üzerinde kuzeyden güneye uzanan çelik raylar.. Demiryolu ve treler bu yüzden bende sonsuzluğun ve ölümsüzlüğün sembolü oldular.
Mutlu bir çocukluğum oldu, ama zor geçen bir de gençlik..
Babam demiryolcuydu. Bir ara baraka çavuşu.. Kalabalık bir aileydik. Yolslduk. Ama mutlu bir yaşantımız vardı.
Sonra da ilk geçlik yılları, yatılı mektep çağı başladı. Hiç bitmeyen, bitmeyecekmiş gibi olan yıllardı o yıllar. Zaman algısı her yaşta faklıdır; çocuk gözüyle mektep yılları ve sonraki yıllar bir tarih kadar uzundur. Bunu tecrübelerimzden anlarız.
Ardından da yükseköğretim yılları gelip çattı. Üniversite hayataı çok zor geçti benim için. 12 Eylül müdahalesin önceki yıllarda ve daha sobraki yıllarda görüdm öğrenimimi. O kabus dolu yıllardan sonra yaşıyor olduğuma ve o toplumsal kasırgadan nasıl sağ kurtulduğuma hâlâ şaşıp kalırım.
TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN KALEMİ OLMA ZAMANI
Hayata atıldım sonra, tabip oldum; diş tabibi..Yazmaya da o yıllarda başladım.Benim için büyük bir davanın (Türk milliyeyetçiliği ideolojisi ve Ülkücü Hareket) kılıcı olma dönemi kapanmıştı artık, şimdi onun kalemi olma zamanıydı.
Durmadan yazıyordum. Bilgiye susamışcasına bir taraftan okuyor, br taraftan da yazıyordum. Geceler boyu, mevsimler boyu hep yazdım. Yazdıklarımı ama hep biriktirdim; yakın çevremde, birkaç kişi hariç, kimseye ne okudum, ne de okuttum. Sabırla, metanetleve zamanla yarışırcasına yazmaya devam ettim. Bu arada birşey keşfettim: yalnızlık. Yalnızlığın ve kendi içine kapanmışlığın iyi birşey olduğunu ve yazabilmenin ön koşulu, tek ve belki de en büyük itici gücü olduğunu anladım.
Muayenehanemin perdeler her daim kapalı dip odasında, klavye başında geçiriyordum günün büyük bir bölümünü. Ön yazılarımı ise, yine bu dip odada, büyük tarihçi “Oğuzlar”ın yazarından kalma küçük bir sehpa üzerinde ve Türk Sosyolojisi Bilimi’nin en büyük ustalarından hatırası olan gerçek bir dolma kalemle yazıyordum. Sanki gün ışığına çıkıp kalabalıklar arasına karışırsam herşeyin büyüsü bozulacak ve bir daha yazamayacakmışım gibi...
Bu ara başka şeyler de öğrendim; her yazarın bir hayat algısı olduğu gerçeğini.. Bu, coğrafi genişlik ve tarihi-felsefi derinlik olarak gösterir kendini. Örneğin, mekan kavramı çok önemli bir unsurdur. Her yazarın hayata bakışı, hayatı deeğerlendiriş biçimi, fikrleri, ideolojisi gereği romanını oturttuğu bir mekânı vardır. Bu, yazarın fikir, duygu ve hayallerinin de ne denli genişya da dar olduğunu gösterir. Kimi bir muhiti, bir köyü, bir kasabayı, bir kenti anlatmayı kendine amaç edinir ve onu da en güzel biçimde anlatır. Peki, dünya görüşü, hayalleri yirkiiki milyon kilometrelik bir Türklük coğrafyasını kapsayan ve devasa coğrafyada yaşayan insanları tek bir milletin evlâtları olarak kabul eden Türkçü-Turancı bir yazar için durumun nasıl olması gerekir?
“EDEBİYAT DİSİPLİNİNİN DE KENDİNE HAS KURALLARIVARDIR”
İşte bu üç olgu, ortaya konulan eserin çapını, ağırlığını ve derinlğini gösterir.
Ayrıca şu klasik ve son derece doğru gerçeği de keşfettim: eski ve yeni bütün yazarların eserlerini inceleme fırsatı bulduğumda, hemen bütün yazarların bilinçaltının derinliklerinde gizledikleri, fakat kimsenin dile getirme cüretini göstermediği sessiz bir ayrıntıdır bu. Yani, isimleri duyulsun duyulmasın, hemen bütün romncıların büyük bir hevesle işe giriştiklerini, dünya çapında bir eser yaratma peşinde koştuklarını (ölçü ve hedef buydu), fakat zaman ilerledikçe bunun pek de kolay olmadığını, hedeflediklerinn bir hayli gerisinde kaldıklarını, başarıyı daha aşağılarda aramaları gerektiğini acı bir tecrübeyle fark ettim.
Bütün disiplinlerin olduğu gibi, edebiyat disiplinin de kendine has kuralları vardı; iyi. Kalıcı bir eser yaratmanın değişmeyen ve değştirilemeyen unsurları..
Üç sağlam ayak..
Neydi bunlar?
Şöyle sıralayabiliriz: umutsuz yıllar, toplumsal kargaşa, bütün insanlığı kasıp kavuran savaş ortamları. İkincisi, bu toplmsal çöküş ortamlarında filizlenen sonsuz, ama umutsuz bir aşk.. Ve nihayet sağlam bir dünya görüşü ile bunların ele alınış ve işleniş biçmi...
Bütün bnları bir veri (edebi malzeme) olarak elde edebilirbraraya getirebilirsiniz, ama bunlardan bir dünya kurup o dünyaya okuru çekebilmek, söz konusu hayataın onun gözlrinin önünde akıp gitmesini sağlayabilmek, ona âdeta orada yaşıyor, soluk alıyormuş hissini verebilmek oldukça güçtür. Kuşkusuz bunu başarabilen vardı, ama başaramayan da bir o kadar çoktu.
Ben bu sağlam tespitler ekseninde yazmaya devam ettim.
Yaşadıklarım, hayattan çıkarımlarım, gözlemlerim, aldığım eğitim, okuduklarım ve edndiğim bilinç kâfiydi; bunları farklı bedii bir zevkle anlatmam gerekiyordu. Bunun için de iki şeye ihtiyacım vardı: iyi bir edebi uslup ve engin bir hayal gücü. Kim bilir, onu da başardım galiba..
Bu rada yıllar geçiyor, yaşlanıyordum. Artık gün ışığına çıkma zamanıydı. Yazdıklarımsa binlerce sayfayı buluyordu, ama acele etmiyordum. Başkaları için değil, kendim için yazdığıma inanıyordum. İster okunsun, ister okunmasın, umurumda değldi. Bir gün nasılsa biri çıkar, okur ve yayınlardı. Ün peşinde değildim. Hiç olmadım. Sonsuzluk, ululuk ve ölümsüzlüktü beni çeken. Tıpkı çocukluğumdaki ibi...
Ama hayatta herşeyin bir yazgısı olduğu gibi, yazdıklarınızın da bir yazgısı vardır. Onca sabrın ve çabanın sonucunda edebiyat dünyasına yeni bir ruh, yepyeni bir soluk, yepyeni bir bakış çısı, farklı bir anlatım biçimi (üslup), ulu bir mekân, isabetli bir zaman kesiti ve nihayet sağlam bir roman karakteri kazandırdığıma inanıyorum. Bu karakterin adı Karatükenoğlu Basat’tır.
Uzu hayat yolunda çektiği ıstıraplar, karşılaştığı umut kırıklıklarıbu yolda sergilediği ülkücü ruh, celadet ve cesaret ve nihayet yaşadığı umutsuz aşkıyla, o başta Türklük olmak üzere, bütün insanlık için iyi bir ortak bileşen ve dolayısıyla seçkin ve sağlam bir roman karakteri olmayı hak etmiştir.
Ve kütüphanelerimizin baş köşelerinde dört kitaptan oluşan bir nehir roman: ÜSTTE GÖK ÇÖKMEDİKÇE..
..............
MAHMUT YILDIRIM
10 Aralık 1956’da Gaziantep’in Oğuzeli ilçesinde doğdu. Kalabalık bir ailede büyüdü. İlk ve orta eğitimini Gaziantep’te gördükten sonra yüksek ğitim için İstanbul’a geldi.
İstanbul Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi’ni 12 Eylül öncesi ve sonrasındaki sıkıntılı dönemde tamamlayarak diş hekimi oldu. Yazmaya da bu yıllarda başladı. Halen İstanbulda diş hekimliği yapmakta ve yazmaya devam etmektedir.
Yazar evli olup, bir erkek ve bir kız çocuğu babasıdır.