Demokrasiye geçiş sürecinde kurulan ilk muhalefet partisi dönemin büyük iş adamlarından Nuri Demirağ’ın Milli Kalkınma Partisi’nin ve “dinci” diye tanımlanan Millet Partisi’nin yerine DP’nin seçimi kazanması; öncelikle halkın dine dayalı tercihler yaptığı ve cumhuriyetle problemi olduğu düşüncesini çürütmektedir.Ayrıca halk bir işadamının liderliğinden ziyade; devlet eliti içerisinden kendi inançlarına “hürmetkâr” olduğuna inandığı bir kadroya iktidarı vermiştir. Türkiye’nin dünyadaki yerini batıda gören, halkın inanç ve değerlerine saygılı ve “hür teşebbüs”e dayalı ekonomiyi savunan bir partinin kendi sağındaki partilere tercih edilmesi toplumun modern hayata katılma iradesinin ifadesi değilse nedir? Bu satırları yazarken; “DP’nin pür demokrat CHP’nin her zaman despot olduğunu” söylüyor değilim. DP kadroları da bütün liberal damarlarına rağmen içinden geldikleri tek partili yönetim pratiğinin tek adam hastalığından sıyrılabilmiş değillerdi. Ama bütün bunlar 27 Mayıs söz konusu olunca DP’yi tahkikat komisyonları ile hatırlamayı adet haline getirenlerin haklı olduklarını göstermez. DP hareketi,uzun yılların tek partili yönetiminden bıkkınlık getiren halkın kendine bu sıkıntıları yaşatan devlet elitine verdiği yeni bir şanstır. Demokrasinin ne olduğunu çok da iyi bilmeyen bir halkın yeni ve standardı yüksek adil bir hayat özleminin temsilciliğini kurucu siyasi elitin bir kanadına vermesi, devri sabık yaratma konusunda ısrarcı olmayıp tevekkülle geçmişi gömmeye çalışması bir yüce gönüllülük örneği ve barışcıl bir sayfa açma arzusu olarak da okunabilir. On yıllık DP iktidarı–tek parti dönemiyle kıyaslanınca devrim niteliğinde olmasına rağmen- düşünce özgürlüğü konusunda sıkıntılı zamanlar olsa da; halkın ekonomiye aktif olarak katıldığı, hayat standardının yükseldiği, etnik ve mezhepsel kimlik farklılıklarını yumuşatıp uzlaşmaya dönüştüren bir kentleşme sürecinin yaşandığı, okullaşmanın ülke geneline yayıldığı kısaca insanların devletin “kerim” yüzünü gördükleri, insan yerine konuldukları yıllardır. Tek parti yıllarını “asr-ı saadet” sayanları halkın neden hala Menderes’i saygıyla andığını iyi düşünmeye ve DP’yi “dini siyasete alet etme” jargonuyla suçlarken de “Karaoğlan” Ecevit’in CHP’yi halkın partisi yapan ortanın solu hareketinin başarısında Ecevit’in “dine saygılı laiklik anlayışının” etkisini yeniden değerlendirmeye çağırıyorum. Solcu değilim, hiçbir zaman olmadım ve olmayacağımı biliyorum; fakat Türk siyasetinin sol ayağının sağlıklı olmasının bütün yurttaşların faydasına olacağına yürekten inanıyorum. Türk solu aydınlanmacı jargonun ötesine geçip, insanları olduğu gibi kabul ettiğinde insanlarla -çok özlediği dönüştürme -diyalogunu da kurabilir diye düşünüyorum. İnsanlarla hiyerarşik bir dille konuşmak terbiyesizliğini sözde iletişim yöntemi zanneden her felsefe günümüz dünyasında hayatın dışına itilmeye mahkûmdur. DP ve devamı sağ partileri halka mal eden temel özellikleri kullandıkları dilin hiyerarşik olmamasıdır.
İç dinamikleri küçümsemek, her şeyi dış faktörlere bağlamak düşünce dünyamızın en hastalıklı yanı olmuştur. Sanki uzun savaş ve çatışmalardan sonra “huzur” adına 27 yıl tek parti iktidarına katlanmış bir halkı daha fazla yönetmek mümkünmüş gibi çok partili hayatı İsmet Paşa’nın kişisel iradesine ya da ABD’nin talebine bağlamak kolaycılığı DP’yi -çok gürültü yapan birilerine göre- “ABD uşağı” İsmet Paşa’yı ise ironik bir şekilde demokrasi kahramanı yapmıştır. Oysa ne İsmet Paşa demokrasi kahramanıdır ne de DP ABD uşağıdır. Bu satırların yazarına göre bu ülkede hiçbir hükümet dışarının uşağı olmamıştır. O dönem NATO’da müttefikimiz olan İngiltere’nin toprağı Kıbrıs’ta Türk varlığını korumak için silahlı direniş organize etmiş (Hatay dışında örneği yoktur),Kıbrıs’a Türkiye’yi sokmuş bir hükümetin bu tabirlerle anılması namussuzluk değilse nedir? Kıbrıs meselesi konuşulunca Menderes ve Zorlu’dan hiç bahsedilmemesi, Kıbrıs’ta Türkiye’yi hak sahibi yapan iktidarın neden sehpaya çıkarıldığının milliyetçi argümanlarla sorgulanmasına fırsat vermeme korkusuyla ilgili olsa gerektir. DP’ye yapılanların kurucu ideoloji ile de bir alakası yoktur. Çıplak, ideolojisiz-ideoloji sonradan ellerine tutuşturuldu- bir iktidar mücadelesinin sonuçlarıdır..
Halkın itibar etmediği kurucu elitin diğer kanadı DP’yi asla affetmeyecekti. Tezvirat tezgâhları daha 14 Mayıs 1950 de kurulmaya başlanmıştır. DP, halkı yani “hasolarla hüsoları” komuta dili kullanmadan “muasır medeniyet” yolunda ilerleme sürecine katmış, toplumu pastaya ortak etme siyaseti gütmüştür. Kaynakların büyük çoğunluğunun toplum kalkınmasına harcanması bürokrasinin hayat standardını düşürmüş ve DP’ye düşman olmalarına neden olmuştur.27 Mayıs cuntasının küçük rütbeli subaylardan oluşmasının birinci derecede ekonomiden alınan payla ilgili olduğunu düşünüyorum.27 Mayısçıların hemen hepsinde o dönemi yargılarken satır aralarında “subaya ev verilmediği” yönünde serzenişlere rastlarız. Meclisin oybirliği ile (CHP’nin de desteği ile) kaldırdığı Türkçe ezan gibi meseleler sonradan yapılanlara kılıf uydurma ihtiyacının sonuçlarıdır. Herkes bal gibi biliyordu ki DP döneminde laik devlet ilkesinden en küçük sapma olmadığı gibi uygulanan politikalarla halkın tek partili yıllarda kırılan gönlü kazanılmıştır.
Siyasi İç savaş
Türkiye 27 Mayıs 1960’dan beri bir siyasi iç savaş yaşamaktadır.’27 Mayıs toplumu iki ana kampa bölmüş ve soğuk savaş yıllarında sıcak boyutlar (ideolojik, etnik) kazansa da bugün devleti kendisine indirgemiş bir grupla geniş halk kitleleri arasında mehter bandosu ritminde iki ileri bir geri bir iktidar kavgası sürmektedir. Bu kavga geniş boyutlu bir iç savaşa dönüşmemiştir ve inanıyorum ki dönüşmeyecektir. Lider öncelikli siyasi yapımıza rağmen kitlelerin liderlere takıntılı bir biçimde iman ettiklerini düşünmüyorum. Baştaki kim olursa olsun çizgiyi, bloku koruma ve sürdürme fikriyle hareket etmektedirler. Aynı oy bloku birkaç partiye bölünse de yelpazede pek fazla değişim olmamaktadır.27 Mayıs İsmet Paşa’yı bir süreliğine yeniden başbakan yapmayı başarabilse de halkın ana eğilimini CHP’ye yönlendirememiştir. Tıpkı 28 Şubatın solu tek başına iktidar yapamaması gibi. Halkın direnci ne kadar kırılamasa da CHP çizgisi Türkiye de 27 Mayıs sonrası hegemon güç haline getirilmiştir. Bugünkü kavganın temelinde halk desteğinden mahrum hegemon güçle hegemonyayı paylaşmak isteyen halk güçlerinin çatışmasının olduğunu söylemek fazla abartılı bir yorum olmayacaktır. Bu kavganın özünde bir demokrasi kavgası değil hegemonyayı paylaşma kavgası olduğunun altını çizmek istiyorum. Demokrasi -olabilirse -bu paylaşımın neticesinde gelişip kurumsallaşabilecektir.
Bugün aynı dünyada yaşamak arzusunu taşıyan bu iki Türkiye’yi kaynaştıracak bir ortak vicdanın ve aklın –ki vicdan yoksunu akıl tek başına yeterli değildir- ihtiyacı içerisindeyiz. Türkiye artık bu çıplak iktidar kavgasını daha faza devam ettiremez. Çıplak iktidar diyorum çünkü Türkiye de iktidar olan kadrolar iktidardan uzaklaştırılanların siyasetlerini izlerler ve muhalefette söylediklerini rafa kaldırırlar. Siyasi aktörlerin yönelişleri ve varmak istedikleri hedefler açısından birbirlerinden çok da farkları yoktur: Batılı bir demokrasi, müreffeh bir hayat ve batı içerisinde bir Türkiye. Felsefe farkları temelinde örgütlenmeyen bir siyaset ortamı ister istemez aktörlerin birbirlerini aşağılama arenasına dönüşmektedir. Keşki bu ülkede bu ülkeyi Batıdan koparmak isteyen açık ve ciddi bir hareket ya da şeriatçı, Marksist ve faşist hareketler olsaydı. Siyaset felsefe farkları üzerine kurulabilseydi iktidar kavgası sert ve ahlak yoksunu bir üslupla verilmezdi. Sanki zihinlerimize şöyle bir anlayış yerleşmiş: “Mademki birbirimizden fazla bir farkımız yok ,öyleyse gelin birbirimize çamur atalım! Mümkünse birbirimizi boğazlayalım çünkü başka türlü siyaset yapamayız.” Sıklıkla kullanılan gemi metaforu üzerinden konuşmak gerekirse; evet aynı gemideyiz ve kullandığımız mevcut dille bu gemi yürümez. Herkesin önce insan olduğunu kabullenen empatik bir dil ancak bu gemiyi hedefine doğru yürütebilir.Savaşır gibi siyaset yapmak hem siyaseti tüketir hem gemiyi batırır.