Uluslar arası ilişkiler uzmanları için “Türk Dış Politikası ve Esat Rejimi” konu başlığı, “reel politiği” zorlayan anlayışın acı akıbetini gösteren; “gücünü abartmanın” nasıl bir “temenni” ve “bocalama” edebiyatına dönüştüğünün en somut örneği olacaktır.
“Zalim Beşşar ve zorba rejimini devirip Suriye’ye özgürlüğü/demokrasiyi getirmek” gibi “kutlu” bir retorikle başlayan süreç güney sınırımızda “Rus Ayısının” gösterdiği kırmızı karta çarpıp “zınk” diye olduğu yere yığılmıştır. Türkiye açısından hazindir, çünkü Türkiye gücünün neticeyi belirlemeye yetmeyeceği bir maceraya atılmıştır.
Bu neden böyle oldu ve böyle olmak zorunda mıydı? Niçin çıkmaz sokağa saplandık? Bu noktada geçmişe doğru kuşbakışı zihinsel bir gezintiye çıkmak umarım zülfü yare dokunmaz:
1774 Küçük Kaynarca yıkımından beri; Devlet-i Aliyye ve Cumhuriyet hükümetleri-son zamanlarda pek aktif birilerince her türlü kötülüğü ifade etmek için kullanılan bir kavram olsa da- statükocu siyaset uygulayarak ülkeyi ayakta tutmayı başardılar.
Nedir bu statükocu dış politika? Eldeki pirinci korumak için, gücünün gerçek sınırlarını bilmek ve denge mantığı ile oyunu kurallarına göre oynamaktır.
Bu “denge oyun”unu oynarken kabul edilmiş uluslar arası hukuk prensiplerini keyfince zorlamamaktır.  Gücünüz uluslar arası hukuku yaratmaya yetmiyorsa, ancak milli varlığınızı oluşmuş kurallara dayanarak koruyabilirsiniz. Diplomatik zeka ve feraset; geleceği öngörmek kadar kendi milli çıkarlarını uluslar arası meşruiyet ve hukuk diline tercüme ederek ulusal saygınlığı korumayı da gerektirir. Çıplak güç diliyle konuşmak, diplomatik arenada itibarınızı beş paralık eden bir kabalık örneği olabilir ancak. Böyle bir dil rahmetli Erbakan Hoca’nın “Sakallı Hüsnü”sünden başka kimsede de makes bulamaz ayrıca.
Türkiye, Cumhuriyet döneminde Atatürk’ün formüle ettiği “Yurtta sulh cihanda sulh” siyaseti ile çok defa reel gücünün üzerinde kazanımlar elde etmeyi başarabilmiş bir ülkedir.
 Türk hariciyesini “monşerler” diye aşağılayıp horlayan, onları neredeyse “kahvelere inip halkımızla pişti oynamıyorlar” diye kınayacak ruh hallerine bürünüp popülizmin en ucuz biçimleriyle acımasızca itham edenler, “diplomatın” işi gereği “halkımızla” çok fazla hemhal olamayacağını bile görebilmekten uzaktırlar. Hal böyle olunca sokağın her an değişebilen mantığına dış siyaseti ram etmeye kalkmak ya kötü niyetin, değilse cehaletin ürünü olabilir ancak.
Suriye politikası bölge realitelerinin acımasız gerçekliği karşısında çökmüştür. İslamcı kalemlerden bazıları “Suriye’yi gördükçe Kemalistlerin Ortadoğu politikasını daha iyi anlıyorum” kabilinden mahcubiyet kokan cümleler kurmaya başlamışlardır nihayet.
İnşallah bir gün bu taife-tekrar inşallah diyeyim- “;dış politikanın ne Atatürk ve arkadaşları ne de başka bir iktidar ekibinin bütünüyle kafalarından oturup uydurarak ideolojik meşreplerine, keyiflerine göre kurgulayıp yürütebilecekleri bir “komplo” olmadığını kavrarlar. Dış politika jeopolitik ve tarihin gerçeklerine göre oluşur. “Kemalist” diye  topa tutulan geleneksel Türk dış politikasının üstünlüğü; bu politikayı formüle edenlerin bölge ve dünya  jeopolitiğini bütün gerçekliği ile kavrayabilen bir tarih bilincine, yüksek kültüre, kısaca kaliteli bir siyasi, askeri ve diplomatik zekaya sahip olmalarından kaynaklanmaktadır. O kaliteden elbette Ebu Cahil siyaseti çıkamazdı.
Dış politika hiçbir zaman, iktidardaki ekibin ideolojik önceliklerini istediği gibi dayatabileceği/ gerçekleştirebileceği bir alan değildir. “Bana millet iktidarı verdi. Ben bu ülkenin dış siyasetini istediğim gibi kurgularım” inancına sahip olmanız, yürüttüğünüz siyasetin dünya ve bölge gerçeklerine çarpıp işlemez duruma düşmesi halinde kendinizi acınacak hale, ülkenizi komik duruma düşürür.
Dış politika alanı;-ABD dahil- hiçbir ülkenin tek başına kurallarını koyup işletebileceği bir alan değildir. Bu alanda milli çıkarlarınızı koruyup geliştirecek olan; toplam milli gücünüz kadar, bu gücü geçerli meşruiyyet ölçülerine uygun kullanacak diplomatik zekânızın kalitesidir. Mesela-çok şükür bizim ülkemizde yok ya-; diplomatlarını “statükocu monşer hazretleri” diye avam ağzıyla aşağılayan siyaset sınıfı, dış politikada paranoyakça hareket edip, işi ehil olmayan ellere vermek zorunda kalacaktır elbet. Bu kaçınılmazdır, zira bu kafa yapısına göre bu “yabancılaşmış monşerler asla halkımızın yararına bir dış politika gütmezler”. Öyle ise “milli iradeye uygun” diplomat ve diplomasi buyursun önden (!)…
….
Türkiye 1990-91’deki I.Körfez Savaşı’nda da Kürt mülteciler dalgasıyla karşılaşmasına rağmen dönemin Irak yönetimini düşmanca hedef alıp, Irak’ın içindeki çatışmalara taraf olarak angaje olmamış, aksine Irak’ın bütünlüğünü savunan siyaseti sayesinde bölgenin daha büyük bir kaosa sürüklenmesine  mani olmuştur.
Türkiye tarihi boyunca komşusunun mezhebini, meşrebini tartışma konusu yapmamıştır. Suriye’de “alevi azınlık” diktatoryasını eleştirirken, Irak’ta Şii çoğunluğun idaresine karşı çıkıp –Saddam dönemi benzeri- sünni azınlık iktidarı için çaba harcamak türünden tezatlara düşmemiştir.
Dış siyasete sokulacak mezhep virüsü  her şeyden önce dünya Türklüğünü bölen sonuçlar doğurur. Ekseriyeti Şii olan Irak Türkmenini  atıp Sünni diye Barzani’yi mi tercih edeceğiz yani? Sahi, Türkiye’nin güney sınırlarında “Sünnicilik yapmak” örtülü bir şekilde Kürtçülük yapmak anlamını taşımıyor mu?
Eh, mukadderat bu galiba… Bir gün hep birlikte anlayacağız, devletin belediye yönetme mantığı ile yönetilemeyeceğini. Devletin bir şirket olmadığını, bürokratın da “CEO’dan başka bir varlık olduğunu ve dış politikanın politik fantezilerin sinemalaştırıldığı film seti olamayacağını..”
Ne diyelim, inşallah yeni Reyhanlılar yaşamadan, daha ağır maliyetler ödemeden anlarız.
Twitter da dolaşan bir İran atasözü ile bağlayalım:  “Nasıl indireceğini bilmediğin eşeği dama çıkarma”