Günümüzde bile devam ede gelen etkilerini gözlemlediğimiz ve birçok insan için saygınlığını birçokları için de günah keçisi olma durumunu devam ettiren İttihat ve Terakki hareketi siyasi mücadele bayrağını “hürriyet”/ “özgürlük” şiarıyla yükseltmişti. Aydınlanma çağının eğitim kurumu olan “mektep”ten yetişen bu genç aksiyonerler kuşağı çöküş dönemi imparatorluk tarihinin en çok tartışılan neslidir. Günümüz Türkiye’sinin bütün kahramanları başta Atatürk olmak üzere İttihat ve Terakki Cemiyeti’nden yetişmiş insanlar olduğu halde İttihatçılık hala resmi tarih yazımında olumsuz bir niteleme olarak kullanılabilmektedir. Bu yazının konusu Türkiye de artık asla şaşır(a)madığımız bu tip çelişkiler ve muhakeme yanlışları değildir. Çünkü artık hemen hepimiz vicdan erozyonuyla baş başa giden bir akıl tahribatı sürecinin içerisindeyiz. Akli dengemizi yitiriyoruz; artık vicdanımızda kendimizden başkasına ait olan diğerkâm alanlar yok oluyor. Vicdan fakirleşmesi empati yapma yeteneğimizi ortadan kaldırmakla kalmıyor; birbirimizi “ilk fırsatta defter dürecek düşman”lara dönüştürüyor. Kuşkular paranoyalara, paranoyalar niyet muhakemelerine ve niyet muhakemeleri de toplumsal yapının düşmanlık temelinde yeniden “kurulmasına” yol açıyor.
 Siyasi tarih yazımı daha çok devletlerin tarihi üzerinde yoğunlaşmıştır. Devletlerin birbirleriyle ve halklarıyla olan ilişkileri genellikle yönetenlerin gözünden anlatılmıştır. Oysa insan zihni geçmişin değişik bakış açılarından değerlendirilmesiyle zenginleşebilir. Maziyi tek gözle-yalnızca iktidarın optiğinden-seyretmek,istikbal denilen belirsizlikler umanında yönümüzü kaybetmemize neden olabilir. Geleceğimizi kurmaya çalışırken “geçmiş” kapatılmaya direnen “şanlar kitabı” olarak aklımızı ve irademizi rehin almaya devam ediyor. Yaptığımız bütün siyasal ve toplumsal tartışmalar geçmişin gölgesi altında cereyan etmekle kalmıyor; çoğu zaman tarih kullandığımız dilin bizatihi kendisi olmayı başarıyor. Sanki zamanın döngüsel olduğuna dair tezleri doğrulamak için yaşayan insanlar topluluğuyuz. Oysa dünya değiştikçe irademiz hilafına bizim dünyamız da her halükarda değişime uğramaktadır. Geçmiş eleştiri süzgecinden geçirilmeden, tabular dünyası olmayı sürdürdükçe bizi karanlık bir tünel gibi kendine çekmeye devam edecektir. Ne zamanki açık yüreklilik ve özgüvenle geçmişin bilgisini bugünden hareketle inşa etmeyi başarırız; işte o zaman tarih karanlık bir tünel olmaktan çıkıp yolumuzu aydınlatan ay ışığına dönüşebilir. “O günü bugünün bakışıyla değerlendiremeyiz, o günün şartları öyleydi” argümanına sığınmanın mantıksal uzantısının “bugünün şartları da böyledir öyleyse iktidarları eleştirmek anlamsızdır” noktasına ulaşacağı açıktır. Geçmişin şartlarını bilemeyiz ve ancak eldeki kaynaklarla geçmişi yeniden kurarız. Geçmişi öyle kuralım ki geleceğimizi zehirleyecek zihinsel ipotekler üretmesin, yani kısaca Sırplaşmamıza neden olmasın. Yugoslavya’da yaşananların birinci derecede sorumlusunun atalarını azizleştiren ve bugünü tarihi kavgaların rövanş alanı olarak gören Sırp kafası olduğunu unutmayalım. Ve yine unutmayalım ki; tarihi akıl ve vicdan süzgecinden geçirmeyi başarabilirsek istikbali sağlıklı kökler üzerine inşa etmeyi de başarabiliriz. Türkiye gibi küfürle eleştirinin birbirine bolca karıştırıldığı bir ülkede böylesine meşakkatli ve büyük bir işi gerçekleştirme iddiasında değilim.Bu yazı yaşadığımız toplumsal ve siyasal çatışmaların nedenlerini  kimseye küfretmeden, kimseyi aşağılamadan sorgulamayı amaçlamaktadır..
Çatışmanın Miladı:27 Mayıs 1960
Tarihçiler zamanı bölümlere ayırmayı severler; çünkü tarih bir anlamıyla zamanı dilimleme/tasnif etme disiplinidir. “Cumhuriyet tarihinde devlet toplum ilişkilerini anlatacak bir eser yazacak olsanız;  kritik eşik olarak hangi olayı seçersiniz ?” türünden sorulacak bir soruya -tarihçileri bilmem ama- ‘27 Mayıs 1960” cevabını vermekte en küçük bir tereddüde kapılmazdım.
27 Mayıs 1960 tarihi devlet –toplum/ merkez-çevre ilişkilerinde yeni bir milattır, kırılma noktasıdır. Demokrat Parti’nin kurucuları CHP tek parti yönetim pratiğinden gelen insanlardı. Cumhuriyeti kuran kadronun, anayasa hukuku terminolojisi ile ifade etmek istersek ;kurucu iktidarın, ekonomiye ilişkin görüşler itibariyle daha liberal olan kanadıydı. Serbest Fırka’yı kuran kadrolar DP’nin de kurucu kadrolarını oluşturuyordu. Tek parti devri genel olarak geniş kitlelerin “gitmesek de gelmesek de bizim” olan “köy”de “cenderme ve tahsildarı” beklediği, iktidar elitinin % 20 lik kentli nüfusla “yeni batılı hayat tarzını” gerçekleştirmeye çalıştığı, milli birlik görüntüsünü devlet zorunun yarattığı iki Türkiye’li yıllardır: Batılı hayat tarzını temsil eden merkez Türkiye ve dinle karışmış geleneksel dünyasında yaşayan çevre Türkiye. İkinci Türkiye en son 1930 Serbest Fırka girişimine verdiği güçlü destekle suskunluğunun köle suskunluğu olmadığını hatırlatmış, var olduğunun mesajını merkeze iletmişti. Bu mesaj Serbest Fırka’nın hayatına mal olsa da “hürriyet arzusu” her zaman canlı kalmayı başardı.1946’da yönetimin nefesi kesilmiş artık sadece zora dayanarak iktidarını devam ettirebilmesinin imkânları tükenmişti. Kurucu elit İttihat ve Terakki yıllarından beri içinde barındırdığı iki ana eğilimin –ekonomi de devletçi ve serbest piyasacı- ayrışarak siyaset yapmasına karar verdi. DP merkezden çevreyi temsil etme iddiası ile çıkmış bir partiydi. CHP bünyesinden çıktığı için tek partili yılları tartışma konusu yapmadılar ve devrimlere sahip çıkmakta Atatürk’ü Koruma Kanununu çıkaracak kadar sert kararlar alabildiler.(Devam edeceğiz...)
Bu arada ülkemizin refahının her zerresinde hakkı olan Adnan Menderes’in değerli oğlu Aydın Menderes’e
Allah’tan sonsuz rahmet diliyorum...