TÜRK TIP TARİHİNDE ÖRNEK HEKİMLER!... (5)
Mustafa AKKOCA
Göğüs Hastalıkları Uzm.Dr. Zülfü Sami Özgen’in Beyoğlu, İstiklâl Caddesi üzerinde Ağa Camiî’nin tam karşısında bir muayenehanesi vardı. Muayenehânenin en önemli tıbbî cihazı, eskiden fotoğraf stüdyolarında kullanılan ayaklı fotoğraf makinelerine benzer bir ayna idi. Dr. Zülfü Sami Özgen, genellikle el ve gözle muayene ederdi. Derdi ki, “Mustabey, Allah’ın insanların parmak uçlarına ihsan ettiği hassâsiyeti karşılayan bir cihaz henüz dünyada üretilmedi.” İstisnâî hallerde “Ayna” dediği ayaklı cihazla göğüs nahiyesine, akciğere filan bakardı. Muayene, klasik 1920’lerin zevkine uygun bir şekilde tefriş edilmişti. Muayenehânede ufak-tefek temizlik işlerine bakan, telefona cevap veren bir Mehmed Efendi vardı, telefon ettiğinizde, “Alo! Tohdur Beğ saat 6’da, akşam saat 18,00’de gelecek,” der, başkaca bir şey sormanıza fırsat vermeden kapatırdı. Ya da, “Aloo! Tohdur Beğ yok,” der, kapatırdı.
Muayenehânenin tam karşısındaki Ağa Camiî’nde ezan okunmaya başladığında, “Mehmed Efendi haydi sen namazını kıl da gel” derdi. Sonra da döner, “Mustabey, bildiğiniz gibi, ben Dolmabahçe Camiî’nin dibinde ezan sesiyle doğdum. Çocukluğum, gençliğim ve bugüne kadar ki hayatım hep bu konakta, daha sonraları konağın yerine yapılan apartman dairesinde geçti. İstanbul Verem Savaşı Derneğimizin bulunduğu yerin yakınlarındaki camiden hep ezan sesleri gelir,” derdi.
Dr. Zülfü Sami Özgen’le ilk tanıştığımızda, şöyle düşünüyordum: Bu zât, Heybeliada Sanatoryumu’nun Başhekimi, Verem Savaş Dernekleri Federasyonu’nun Genel Başkanı, Türk Kanser Derneği’nin Başkanı, sık sık ulusal ve uluslararası kongrelere gidip-geliyor, bunca işi arasında bir de özel muayenehânesi var. Bir insan geceleri bile hiç uyumasa, bunca işin altından kalkamaz. Diyelim ki, dernek faaliyetleri fahrî olarak yapılıyor. Acaba! Çok para hırsı mı vardır ki, bir de özel muayene açmış!...
Daha sonraları kendilerini yakından tanıyınca, böylesine düşüncelere beynimde yer verdiğim için hicap duydum.
Taksim Gümüşsuyu’ndaki İstanbul Verem Savaşı Derneği’nin 4. katındaki odasının kapısında ne bir resepsiyon ne de herhangi bir sekreter var. Biz oturup sohbet ederken, sohbetimiz sık sık kesiliyor, sanatoryumda tedâvisi tamamlanmış, memleketine dönecek, fakat dönecek kadar parası yok.. Dernek’ten dâimi gıda, giyim ve nakdî yardım alanlar var, bunlar rutin işlerden olduğu için, Başkan’a arzedilmiyor, aşağı kademelerce karşılanıyor. Fakat dâimî yardım alanlardan ba’zıları, bir tanıdıklarını veya komşularını da getirmiş onların da dâimî yardımlardan faydalanmalarını talep ediyor. İşte bu noktada devreye Başkan giriyor, öyle fakirlik belgesi, muhtarlık, kaymakamlık ilm-i haberleri filan istenmiyor, yardım talep edenlerin şifâhî beyanları ile iktifa ediliyor, kendilerine geçici ve dâimî yardım yapılıyor.
Bir gün de Beyoğlu’ndaki muayenehânede buluşmak üzere kararlaştırdık. Yaz günüydü, günler uzun, ikinci namazını Ağa Camiî’nde, Merhûm Hacı Rahmi Gürses’in arkasında kıldım, camiden çıktıktan sonra, tam karşıdaki muayenehâneye çıktım. Kısmen kagir, kısmen de ahşap bir binaydı. Merdivenler ahşap olduğundan inilip-çıkılırken, gacur-gucur sesleri geliyordu. İkinci kattaki muayenehânenin zilini çaldım, bir müddet geçtikten sonra Mehmed Efendi kapıyı açtı. “Buyurun Beğim, Tohdur Beğ birazdan gelecek...”
Muayenehânede benden başka üç hanım daha vardı. Kadınlardan ikisi çarşaflı, birisi mütevâzî giyimli başörtüsünü saçlarının alın kısmı görülecek bir tarzda örtmüştü.
Ben girince biraz toparlandılar, çarşaflı bayanlar çarşaflarının ucuyla ağızlarını kapattılar, başörtülü hanım da biraz toparlandı, başörtüsünü alnına doğru çekti.
Dr. Zülfü Sami Bey geldi. “Ooo Musta Bey hoşgeldin, safalar getirdin, buyur, yazıhâneye geçelim, hanımlar birer çay içsinler, biraz da istirahat etsinler!” Zemini ahşap döşeli, klasik masa ve sandalyelerle, 19. Asırdan kalma metrûk bir binanın herhangi bir odası gibi...
Nâzikâne bir şekilde binbir özürle benden izin istedi. Hanımları teker teker, siyah perdenin arkasında muayene etti, aynaya tuttu. Açık kapıdan bendeniz de göz ucuyla olanı biteni seyrediyorum. Bayanların herhangi bir muayene ücreti ödeme teşebbüsleri filân görülmüyor, belli ki daha önceleri de gelmişler, sormuyorlar bile. Dr. Zülfü Sami Bey reçetelerini yazıyor, “Hanımlar, bu reçeteleri yalnız benim gösterdiğim eczâhânede yaptıracaksınız, sakın ha! Başka eczâhânelere gitmeyiniz. Mehmed Efendi, sen hanımlara reçetelerini hangi eczâhânede yaptıracaklarını göster,” dedi. Yine bende daha sonraları çok çook utanacağım bir düşünce hasıl oluyor. “Hâ! Demek ki muayene ücreti almıyor, ama belki de ortağı olduğu eczâhâneye yönlendirerek, bir şekilde ilaçtan kazanıyor. Heyhât!. Fena halde yanılmışım. Mehmed Efendi’ye sordum. “Zülfü Bey bu hastaları hangi eczâneye yönlendiriyor?” Beğim, bu binanın altında bir eczâhâne var, ben hastaları oraya götürürüm, reçetelerini orada yaptırırlar, ilaçlarını da alırlar.”, “Eh! Ne de olsa komşuluk, reçetelerin komşu bir eczahânede yapılması normal,” diye düşündüm.
Dr. Zülfü Sami Bey’den izin aldım, çıktım. Binanın girişindeki eczâhâneye girdim. Eczacı, yaşlıca bir İstanbul Beyefendisine benziyordu. Kalın camlı gözlüğünün arkasından müşfik bakışlarıyla size hitap eden, takım elbisesi üzerinde beyaz gömleği, kravatı vardı.
“Zülfü Sami Bey’in gönderdiği hastaların reçetelerini siz mi yapıyorsunuz?” Biraz şaşkınlıkla, “Evet! Biz yapıyoruz.”, “Zülfü Sami Bey’le bir ortaklığınız, ticârî münasebetiniz var mı?”, “Hayır! Beyim, sizin ne demek istediğinizi anladım. Zülfü Sami Bey’in gönderdiği hastaların reçetelerinden para almayız, deftere yazarız, bir kısmını İstanbul Verem Savaşı Derneği’ne, bir kısmını da bizzat Dr. Zülfü Sami Bey’in şahsına fatura eder, her ayın sonunda paramızı tahsil ederiz.” Tersi düşünceden dolayı bir kerre daha anlatılmaz bir şekilde mahçup olmuştum.
Dr. Zülfü Sami Bey, Fransızca’yı anadili gibi konuşurdu. Giderek İngilizce’nin milletlerarası bir dil haline gelmesi, 70’li yaşlarından sonra İngilizce’yi de öğrenmeye sevketti. Kasetler ve diğer eğitim vasıtalarıyla bunca koşuşturmaya rağmen, İngilizce’yi de iyi bir şekilde konuşurdu.
Kah Ankara’da, kah İstanbul’da Verem Savaş Dernekleri Federasyonu, İstanbul Verem Savaşı Derneği, Türk Kanser Derneği ve Uluslararası konferanslar dolaysiyle koşuşturmaları sırasında, birisi Ankara’da olmak üzere, çok ciddî trafik kazaları geçirdi. İstanbul’da mâruz kaldığı trafik kazasında neredeyse vücudunda kırılmadık kemiği kalmamıştı. Taksim civarında, İtalyan Hastahânesi’nde kendisini ziyaret ettiğimde bir bayram günüydü. Hasta yatağında adetâ bir cam adam, bir buz adam gibiydi. Sadece gözleri açıkta bırakılmıştı, her tarafı alçıya alınmıştı. “Mustabey, bir insanın kendi burnunun ucunu, kendi parmak ucuyla kaşımasının ne büyük bir nîmet olduğunu şimdi anladım,” demişti. Ölümüne yakın bir zamandı, bir ziyâretimde, “Mustabey, bir köşk yaptırdım,”, “Hocam elbette bir değil, birden çok köşk de hakkınız, fakat sizin apartmanın bulunduğu yer binlerce köşke bedeldir,” dedim. “Hayırola! Köşk nerede?”
“Mustabey, köşkü Edirnekapı’da yaptırdım.”
Hayretle yüzüne baktım, “Yâni, mâdemki köşk yaptıracaksınız, Edirnekapı’dan başka yer bulamadınız mı?” demek istedim.
Çekmecesinden bir resim çıkardı, bana uzattı. Resim, Edirnekapı Şehitliği’nde mermerden inşa edilmiş, mütevâzî bir mezar, başucu taşında, ölüm tarihi boş bırakılmış, ismi ve doğum tarihi yazılmıştı.
Yukarıda ısrarla tevâzuundan, fakirlere, miskinlere yaptığı yardımlardan, insanlığa hizmetlerinden, Verem ve Kanser başta olmak üzere Tıp Bilimi’ne yaptığı hizmetlerinden, destansı mücadelesinden örnek verdiğim bu örnek insan, vakıf insan, 1970’li yıllarda yayınlanan, masonluk ve masonlarla alâkalı kitaplarda “Mason” olarak gösteriliyordu.
Bir yazılanlara bakıyordum, bir de mason olduğu iddia olunan Zülfü Sami Özgen Bey’in çalışmalarına, hizmetlerine bakıyordum, şaşırıyordum.
İmdadıma, Sevgili Peygamber’imiz, salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimizin, harb sırasında, Hazreti Ali Kerreme Allâhu Vechehû’nün, müşriklerden birisine kılıcını çekip başını vurmak üzere iken, Kelime-i Şehâdet getirmesine rağmen başını vurması üzerine, “O adam Kelime-i Şehâdet getirdi, niçin başını vurdun?” suali üzerine, Haz. Ali Efendimiz, “Yâ Resûle’allah, gerçekten inanmadığı halde, kılıç korkusuyla Kelime-i Şehâdeti getirdi,” demesi üzerine, “Hel Şakakte Kalbehû”- “Yâ Alî! Sen onun kalbini yarıp içindekini gördün mü?” buyurmuştu.
İnşâ Allah! Dr. Zülfü Sami Özgen, benim ve benim gibi pek çok insanın zannı üzere âhiret âlemine iman ile gitmiştir.
Kendisini şükran, minnet ve hasretle yâd ederim...
Yorumlar