Yılın ilk günüydü. 
Yıllardır kar yağmıyordu şehr-i diyara…
Yedi Tepeli İstanbul beyazlara bürünmüş, tüm çirkinlikler beyaz örtü altında, sırıtmayı kesmişti. 
Şehir erkanı çocuklar gibi şendi. Zıp zıp zıplıyor, birbirine bulduğu yerde kartopu atıyordu. 
Eplek oldular, sevindirik oldular. Buldukları her vesile de yaptıkları gibi ceplerine bakmadan alışveriş yapıyorlardı. Dev bir deli şantiyeye dönüşse de herkes her şartta dışarıya atıyordu kendini. Yıllardır bu şehirde yaptıkları otomatik hareketlerdi bunlar. Görünmeyen eller iteklemelerini bayramda, tatilde, haftasonları, yılbaşı, doğumgünü hep  yinelerdi. 
Tüketici toplumunun en leri de bu şehirden çıkardı.
Ceplerindeki kimlik dışında, benliklerinden vazgeçmişcesine bir hareket bir hareket. Kimi o gece giyeceği kırmızı donu seçmekteydi.
Yaşamlarını sürdürdükleri yer, etki tepkilerle, herkesin birbirini gaza getirme şehriydi.
İşte o gün, o kar çirkinlikleri maalesef tam örtemedi. Bastıkları zemin, belediyelerin yıllardır bir türlü  karar veremediği malzeme arayışlarından koca bir fuar standında teşhir alanı gibiydi. 
Kar bir yağıp bir eridikçe tehlikenin boyutları iyice arttı. Kimi bir dükkanın önünde yapılmış derme çatma perfore saç basamağın kaygan zemininde, kimi metrobüs basamağı ile durak arası iletişiminde, kimi betonun üzerine sürülmüş yağlıboyalı kebapçı merdiveninde, kimi bir hastanenin parlarlak yer döşemesinde, kimileri ise yıllardır kimliğini arayan Taksim’in çeşitli kodlarında parendeler atarak yere çakılmak suretiyle hastanelik oldular. 
İçlerinde öğrencisi, işçisi, bilim adamı, mimarı mühendisi, Arap’ı,  Amerika’lısı, Fransız’ı, göçmeni … vardı.  Avrupa Birliği diye diye çalıştığı fabrikada iş güvenliği sertifika, uyum konuları ne kadar onu sık boğaz etmişti oysa. Belediyeler üzerini düşeni yapıyorlar mıydı, hani bu iş güvenliği ruhsatı? 
Yardım bile eden yoktu önünde düştüğü dükkandan.
Şehirleşememenin getirdiği arayış karla birleşince işte taklalar attırdı insanlara. Beyaz umuttu ama maalesef yeni yılın ilk günü kelek attı o beyaz. Acillerde yattılar. Acil çıkışı hastanelerin faturalarıyla yüzleştiler. Hiç de dedikleri gibi olmadı SGK acil ödeme söylemleri özel hastanelerin muhasebeleri tarafından reddedildi. Kartopu ile başlayan gün, “Aldım verdim ben seni yendim” şeklinde büyük kavgalara dönüştü. Kimi doktora vurdu, kimi hastaya . 
Nedir doğrusu işin , kim bilir acep dediler, toplanıp hocaya gittiler.
…..
Yok… Tabii böyle olmadı.
…..
Güzel manzaralar da vardı. İyi adam, eşiyle elele yürürken kestane aldı kestaneciden sonra da tüm tezgahı satın aldırıp çevresine dağıttırdı… kamuya açık yerlerde oturma bankları önünde bir tabak dolusu kurabiyeler koydular kestirirken aralarda atıştırsınlar yazıktır diye…
İsveç Sendromunun yoğun yaşandığı bu şehir, her türlü olumsuzluğa karşın geceyi yine meydanlarda, dudaklarında kağıt düdüklerle, başlarda üçgen parlak şapkalarla, kıçı başı ağrısa da, hop hop yaşasın yeni yıl, nidalarıyla geçirdi. 
Onlar alkolden ve acıdan sızarken, yedi tepeli şehrime kar yağdı yağdı, … 
Ne Boğaz ne Topkapı Sarayı ne koca  camiiler görünmez oldu. Saatlerce belki de günlerce uyudular.
İnsanları derin uykularından kaldıran yine martılar oldu. Şehrin vefalı bekçileri.
Ciyak ciyak…
Kalkan televizyon açtı. Kalkan televizyon açtı. 
Sosyal medya zaten  her dem hazır. Ortalık bembeyazdı ama gerçek vahimdi. 
Şehir uyurken, birileri uyumamış zam paketlerini, maalesef noel babayı çirkin emellerine alet etmişler bacadan göndermişti. 
Köprü,  otoyol geçişleri üstelik OGS gibi geçişlerin indirimleri kalkmış neredeyse %39 a varan zamları yemiş, elektrik, doğalgaz, su  bu zam paketlerinden nasibini almıştı.
Duydular ki yeni yılda İstanbul Kart uygulamasında da güncelleme olacakmış.  Uzun kuyruklara girmek için tez giyindiler. 
Öyle ya bu şehirde yaya hiç bir yere gidilmez. 
Ayakkabılarını giyip tam evden çıkacakken öğrendiler ki kimlikler, ehliyetler vb kağıtları da değişecekmiş. 
Format atılacakmış onlara.
Biri içinden şöyle geçirdi, acaba morg çekmecesinde yatanların ayak baş parmaklarında ki kimliklere nolacak? Öyle bir alışmışlıktı ki bu kambur ki, bir Sisifos kadar olamadılar. 
Ölüler terlemez kardeşim. Ne parmak kimliği?
Başka birinin derdi; Çocukluğunu, gençliğini, yaşamının  en güzel yıllarını geçirdiği bu şehrin Tarihi Yarımada’sına kunduz misali alttan giren, canı gibi sevdiği Beşiktaşı’ndan Taksim’inden Aksaray’ından çıkandaydı. Ne tanıdık bir Sirkeci -Halkalı tren istasyonu ne komşu kızı Düriye kalmıştı. Arap istilasına uğramış merkezler dışlanmış semtten semte kaçan olmuştu. Yeşilini kaybeden doğa canlıları sadece hayvanlar değildi.
Artık ne Sarıyer’i yeşil, ne sahili alçak ahşap evleri vardı bu şehrin. Tüm gayretlerle İstanbul Şantiyesi Ruhların Şantiyesi’ne dönüştü. 
(Baretle dolaşmak ruhu korur mu acep?)
Denizi de doldukça şişti şişti şehrin.
Patlayıncaya kadar şişti.
İnsanlar şişti.
Yaşam bu kadar zorlaştırılır mıydı, bilemedim bu nasıl bir şeydir? Önüne gelen bir vergi adı çıkarıp yıkıyor faturalara. Şantiye mi enflasyon mu kötü ruhlar mı?
Ölümüne kanka İstanbul.
Yok…
Bu durumda, optimist olamıyacağım. Pesimist im hem de çok fena. Ruhum kirlendi, ruhlarımız kirlendi. 
Kusura bakmayın.
Vazgeçtim.
Hoş moş gelmedi bu yıl.
Üstelik kabus gibi katlana katlana geldi.