KİMLER’İN  ARKASINDA  NAMAZ  KILINMAZ?!..

Ehl-isünnet  Akidesi’nin  temel  düsturlarından  birisi  de, “ Ve Nusallî  ala  half-i  külli  birrin  ve  fâcirin, ve  Nuzallî  ala  külli  birrin  ve  facirin,” ( Biz, ( ehl-i  sünnet  Akidesi  sahibi  olanlar iyilerin  de  fasık  ve  facirlerin  de  arkasında  namaz  kılarız.  Yine  biz, iyilerin  de  üzerine,  facir  ve  fasıkların  da  üzerine namaz  kılarız,( cenaze namazlarını  kılarız.)

Ehl-i sünnet  Akidesine  göre, İmam’ın,  İslâm   Devleti’nini  reisi  olan  imam  veya  müslümanların,  cemaatin  önüne  geçip  namaz  kıldıran  imam’ların  ma’sûm  olmaları  şart  değildir; Fasık  ve  facir  de  olsalara, kendilerine  itaat  ya  da  arkalarında  namaz  kılmak  caizdir. İnsanlar  arasında  “  İsmet,” Sıfatayla  muttasif  olanlar,  yalınızca,  Peygamberlerdir.  Cenabu  Hak  Ezlden,  ruhlar  aleminde,  kendilerini  Peygamber  olarak  seçtiği, kullarıyla fısk-u  fücur  arasına  henüz  çocukluklarından  i’tibaren,  bir  perde  çeker  ve  onlar  hayatları, vahiyle  vazifeli  oldukları  müddet  zarfında  ma’sumdurlar.

Şî’a, Âyetü’llâh’lar,  Rehberler, Dinî  Lider’ler,  kısaca,  Devlet’in   başında    bulunan  imamlar, Gaybûbet-i  Kübra’da  kaybolan,  İmam,  Muhammed   Ma’sûm,  adına  faaliyet  gösterdikleri  için,  bunlar da ma’sumdurlar,  inancında  olduğu  için, ehl-i  sünnet, Devlet  reisi olsun  ya  da,  müslümanlara,  cemaate  namaz  kıldıranlar  olsun, imamların  ma’sum  olmadıklarını,  olamayacaklarını,  Şî’a’ya  karşı  bir  umdea  olarak  ortaya  koymuşlardır...

Ehl-isünnet’in      bu  temel, umûmî  düsturunu  tesbitten  sonra, aslında  münakaşa  mevzu’u, Devlet  Reisi olan imam   değil, daha  ziyade  intilâf, cemaate  namaz  kıldıran, müslümanların  arkasında  saf  tuttuğu  imamlar  ile  alakaladır.Ehl-isünnet  Akidesine  göre,bir  müslüman arkasında  saf  tuttuğu, kendisine  iktida  ettiği, imamların  fasık,facir  olduklarına  bakmaksızın,  imamaü uyar. Uyduğu  imam,  fasık  ve  facir  de  olsa, uyan  kimsenin  namazına  hherhangi  bir halel  gelmez.Zira, imam, mihraba  geçtiğinde, eğer  varsa, üzerindeki  fısk  ve  fücuru, bir  gölge  gibi  üzerinden  alınır, muallak’ta  durur, imam  bundan  sonra  fisku- fücura  devam  etmez  ise,  bütün  günahları  zaüil  olur,  cemaate, günahsız olarak  namaz  kıldırır, devam  ederse, muallak’taki  gölge tekrar  üzerine  yapışır.Aynı  mahalde,  aynı  mesafede biri  takvca  sahibi, diğeri, ehl-i bid’at,  fısk  ve  fücur  sahibi  ise,müslüman’ın, takva  sahibi  imamı  tercih  etmesi  daha  evladır.

Osmanlı  Devleti  Aliyye’mizde, camii’lere  imamlar, Vakfiye  şartlarına  uygun  olanlar  ta’yin   edilirdiler. Vakfiye’lerde  öylesine  ağır  şartlar  vardı, ki,bir  imamlık  için  namzet  olanların  bütün  vasıfları  eşit  ise, gözü  dışarıda  olmadığı  için, takvaya  daha  yakın  olması  hasabiyle  refikası- zevcesi  daha  güzel  olanlar  tercih  edilirdiler. İmamlık  için  bütün  vasıfları  haiz  oldukları  halde, ahali  arasında, hiffete  mübaşeret  edenler, hiffet  fi’illerini   irtikâb  edenler,  asla  imam  olarak  ta’yin  edilmezlerdi. Haram,mekruh, müfsid  olmadığı  halde,belli  makamlarda  bulunan  i’tibar  sahibi  kimselerin,  makam  ve  mevkî’lerine   yakışmayan  edebe  aykırı  fi’illere “ Hiffet,”  denilir.Ayakta, yollarda  yürürken, kalabalık  yerlere  ala  mele’in- nas  insanların  gözü  önünde  yemek,  içmek, cemiyetin- toplumun  umûmî, edeb’lerine  aykırı  hareketler.

Osmanlı’da,ücret  karşılığı  yeme-içme  hizmeti  veren,  aşhaneler, lokantalar  yoktu.Büyük  Külliyelerde  bulunan  İmaretlerde  her  vakit, 7/24  isteyen  herkese,   bilabedel, ücretsiz,fakir- zengin  fark’etmez, herkese yeme- içme  hizmeti  verilirdi.İmarethaneler dışardan, yoldan  geçenlerin  göremediği  mekanlardı, herkese  aynı  çeşit  yemekler  ikram  edilirdi, farklı  menü  uygulanmazdı.20. asrın  başlarından  i’tibaren, başta  İstanbul  olmak  üzere, Ticarî  maksadlı, Aşevleri, Lokantalar  açılmaya  başlandı.Ama, Osmanlı’da  kazandığımız,  edebimiz,  Kültürümüz  aynen  devam  ettirilmişti.Cadde  ve  Sokaklar  üzerindeki  Aşevlerinde, içeride  yemek  yiyenlerin  ne  yedikleri, dışardan  geçenler  tarafından  görülemezdi.Buzlucam  ya  da İçerisini  göstermeyecek  kalın  perdeler  çekilirdi.Lokanta  müşterileri  arasında  da bir  başka  edeb  ve  kültür,Yemek  siparişi  için  Masanıza  oturduğunuzda, sağınızdaki,  solunuzudaki,  yanınızdaki  masalara  bakardınız, eğer  bu  masadakiler, Kuru  Fasulye  ve   pirinç  pilavı  yiyorsa, siz,  kebap  veya  Hünkârbeğendi  söyleyemezdiniz. Siz  de, Kuru  Fasulye  ve  pirinç  pilavı  yerdiniz... 

Devrimizde  ma’alesef, ne  Türk  Töresi,ne  İslâm  edebi  ve  kültürü  ne  de  İstanbul  adabı  kaldı! Batılılaştık, Batı’nın  kültürüne, medeniyyetsiuz  medeniyyetini  devr’aldık.Klozette  def’i  haceti  için  otururken  yemeğini  yiyen, Batılı’lara  özendik,önce, çarşılarda, sokaklarda, herkesin  gelip- geçtiği  yerlerde, ayaküstü  beslenme  alışkanlığını  kazandık. Sosyal   Medya   mecraları   geliştikten   sonra  da, ev  hanımları   evlerinde   yaptıkları,   yemek, tatlı   ve   içecekleri   canlı   yayında  herkesle   paylaşır  oldular. Medeniyyetsiz,  kültürsüz,   kimi   haramzadeler,  bir    öğün   yemeğin,  bir   kadeh  içkinin,  neredeyse,  mer’iyyetteki   asgarî   ücret   kadar   pahalı,  Lokanta  ve  meyhanelerden   canlı  y   ayın   yaparak   görgüsüzlüklerini    bütün    alemle    paylaşıyorlar...