ZARÂFET, LETÂFET, NEZÂKET!..
“ Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötlüğü men’ eden bir ümmet( topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir. “ ( Âl-i İmran/ 3/ 104
( Müfessirler, bu âyetin emri uyarınca, müslümanlar içinde iyiliği emr’eden, kötülükten alıkoyan bir içtimâî kontrol müessesesi’nin kurulmasının farz-ı kifaye olduğunu belirtmişler, ancak, bu vazifeyi üstlenen kişiler de vazifesini iyi ve hakkaniyyete uygun olarak yerine getirmesini mümkün kılacak ba’zı şartların bulunması gerektiğine de işaret etmişlerdir.)
“ Bir zamanlar Biz de Millet hem nasıl Millet mişiz,
Gelmişiz dünya’ya Milliuyet nedir, öğretmişiz...”
D ünya, Milet’lerinin yüzakı, Büyük Milet, Aziz, Müslüman Türk Milleti... Bu Büyük Milletin bir ferdi olmaktan daima, gurur duydum.
Bu Büyük Millet, Dünya’da, “ Türk İslâm Cihan Mefkûresi olan, Cihan Devletleri kurdu. Sa’d bin Vakkas radiya’llâhu anh, Efendimizin temellerini attığı, İslâm, Abbâsî Devletiyle başlayan, Büyük Selçuklmu, İslâm Devleti, Anadolu Selçuklu İslâm Devleti, Osmanlı İslâm Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti İslâm Devleti’ – Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulduğunda, Adı,” Türkiye Cumhuriyeti İslâm Devleti,” idi. Mer’iyyette olan 1921 Teşkilat-ı Esâsiye Kanunu’nun ikinci Maddesi, “ Devletin Dini, Din-i İslâm’dır,” şeklindeydi.-yle devam eden Türk İslâm Devletlerimizde, Günümüze kadar, Türk İslâm, Cihan Mefkûresi devam edegelmiştir.
Ebed-müddet temâdî eden, Türk İslâm Devletlerimizin ismi, hükümdarları, Makarr-ı Saltanat ve hükûmetleri, Coğrafyaları, hatta, Rejimleri değişmikle birlikte bu Mefkûre, asla değişmemiştir. Bu Mefkûre, Cihan Devletlerimizin hükümran olduğu coğrafyalarda, reaya, Devletin hakimiyyeti ve himayesine girenlerin, dili, rengi,inancı, mefkûresi ne olursa olsun, adaletle, davranmak, bütün insanlar arasında sulhu sükûnu, din ve vicdan, teşebbüs hürriyetini te’min etmektir.
Bu Mefkûre, daima, haklının, mazlumun, çaresizlerin yanında olmak, kimsesizlerin kimsesi, açların doyurucusu olmaktır.
Cihnşümûl, Türk İslâm Cihan Mefkûresi olan devletlerimiz, tarih boyunca, sürgün edilmiş vatansız bırakılmış, başka hiçbir yerde sığınamayan, nice mazlumların sığınacağı emin birer liman olmuştu. 15. Asr’ın sonlarında, dünya’nın en müfsid, şerîr, mileti Safrad Yahûdî’leri, İspanya’da katoliklerin, “ inancınızı değiştirip, katolik inancını kabul etmezseniz, bu topraklarda yaşayamazsınınız denilerek ölümle yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kaldıklarında ve dünyada hiçbir devlet kendilerini kabul etmeyince, Osmanlı Devleti aliyye’mize sığınmışlardı.
Günümüzde, Milletin Ordusu, Ordu Millet’in ba’zı birlikleri dünya’nın 53 devletinde, Nato Şeksiyesi altında veya ikili antlaşmalarla, sulhu sükûnu te’min için vaçife yapıyor. Nüfusumuz ve Millî İradımız dıkkate alındığında, dünya’da, fakir, mazlum milletlere en fazla yarıdımı Devletimiz yapmaktadır. Abbâsî’lerden, Cumhuriyeti’mize, Temâdî eden,bu ilk ve son Devletimizle, aralarında, Büyük Selçuklu, Anadolu Selçuklu, Osmanlı devlet’lerimizin dini, Din-i İslâm, Resmî, Meizhep’leri, Mâtürîdî- Eş’arî, amelde Hanefî, ya’nî, Ehl-i Sünnet idi.Bu devletlerimiz, şî’a, Mu’tezile ve diğer, Fırk-ı dâlle tefrika ve fitnesini te’a arasında hiçbir zaman sokmamıştı. Demem, odur,ki Bu temâdî eden, ebed- müddet devletlerimizin omurgası, Ehl-i Sünnet idi
Cihanşümûl, Türk-İslâm Cihan Mefkûresi olan bu devletlerimizde, İmamların en büyüğü, İmamlar imamı, İmam-ı A’zam Ebû Hanife rahimehu’llâh’dan i’tibaren, İmamlarımız, İslâm alimlerimiz, günlük siyasete, devlet umuruna burunlarını sokmamışlardır. Bilindiği gibi, İmam-ı A’zam, Ebû Hanife, devrin, Emevî Halife’lerinin sonuncusu, 2. Mervan tarafından, devrin Irak valisi, İbn-i Hübeyre vasıtasıyla, Kûfe Kadılığı veya Beytü’l-mal Eminliği teklif edilmiş, bütün baskılara rağmen kabul etmediği için, kırbaçlanmış, hapse atılmıştır. ( 130- 747,748)
Bundan sonraki temâdî eden bütün devletlerimizde, ulema, devlet hizmetlerinde vazife kabul etmemişler, devrin hükümdarlarını, bütün icraatında, Şer’i Şerife muhalefe olduğunda, hiç çekinmeden, devrin hükümdarlarını ikaz etmişlerdir. Bunun için devrin hükümdrları herhangi bir icraat için harekete geçmeden önce, Öncelikle, Müftî’yi Benâm veya Şeyhulislâm Efendiye sorar, fetva alır, sonra girişirdi. Ya da, Herhangi bir icraatı Şer’i Şerife muhalefet teşkil ediyorsa, doğrudan, alimler tarafından ikaz edilirlerlerdi.
Ama, bu karşılıklı sual ve ikaz kaba, kırıcı, nobram tavır ve ifadelerle değil,zarâfetle, letâfetle ve nezâketle olurdu.