“Allah’ın mescid’lerinde O’nun adının zikredilmesine (anılmasına) engel olan ve onların harap olmasına çalışanlardan daha zâlim kim vardır? Aslında bunların onlara (mescid’lere) ancak korkarak girmeleri gerekir (başka türlü girmeye hakları yoktur). Bunlar için dünya’da rezillik, âhirette de büyük azap vardır.” (Bakara 2/114) 
“Allah’ın mescid’lerini ancak Allah’a ve ahiret gününe iman eden, namazı dosdoğru kılan, zekatı ve Allah’tan başkalarından korkmayan kimseler imar eder. İşte doğru yola ermişlerden olmaları umulanlar bunlardır.” (Tevbe 9/18) 
Osmanlı coğrafyasında, Kafkaslar’da ve Orta Asya memleketlerinde, Devlet-i Aliyye’mizin çekilmek zorunda kalmasıyla ve küffâr tarafından işgal edilmesi üzerine, 10 binden fazla cami yakılmış, yıkılmış, tahrip edilmiş veya başka maksadlara tahsis edilmiş, kilise, havra, müze ve gazino yapılmıştır. 
Aynı şekilde, Evlâd-ı Fâtihân Balkanlar’dan çekilmek zorunda kaldıktan sonra küffâr tarafından işgal edilmiş, Devlet-i Aliyye’mizin Rumeli şehirlerindeki yine 10 binden fazla cami yakılmış, yıkılmış, tahrip edilmiş veya başka maksadlara tahsis edilmiştir. 
Bunları bir yere kadar normal karşılayabilirsiniz. Allah’ın düşmanlarının Allah’ın evleri olan mescidleri aslına uygun olarak muhafaza etmelerini bekleyemezsiniz. 
Ama, asıl kahredici olanı, küffâr tarafından işgal edilmemiş, Devlet-i Aliyye’mizin meşrû ve tabiî devamı olan Cumhuriyet İdaresi’nin ba’zı dönemlerinde, başta cami’lerimiz olmak üzere, bütün vakıf eser’lerimize hoyratça davranılmış olması, dinî ve millî mirasımız olan, cami’lerin tahrip edilmiş olması ve başka maksadlarla kullanılmış olmasıdır; 
Camilerin bilumum vakıf eserlerinin tahrip edilmesi, yok edilmesi, 1936 yılında, İsmet Paşa’nın (İsmet İnönü) Başbakanlığı sırasında, bir kanun çıkarılarak, vakıflara ait tüm gayrimenkûllerin, öncelikle müste’cirlerine (gayrimenkûl’de kiracı olarak oturanlara), geriye doğru ödedikleri 10 yıllık kira bedeli o gayrimenkûl’ün satış bedeli olarak kabul edilerek, müste’cirin rızası ve talebine bakılmaksızın tapu dairelerinde hükmen kendilerine tapu edilmiştir. 
Bu tarihte Müslüman’lar, ma’nevî mes’ûliyet hissiyle bunu kabullenmiş, reddetmiş, çoğu da müste’ciri olduğu gayrimenkûlü boşaltmıştır. Onların boşalttıkları yerleri gayrimüslimler sahiplenmişler ve işgal etmişlerdir. Vakıflara ait, merkezî yerlerdeki han, hamam, dükkân çok kıymetli mülkler ihâle yoluyla satışa çıkarıldığında, hem ma’nevî mes’ûliyet korkusuyla, hem de sermâye yetersizliği sebebiyle Müslüman’lar tâlip olmayınca, bu eser’ler gayrimüslimler tarafından çok ucuz bedellerle satın alınmıştır. 
Hattâ, İstanbul’da, Sultanahmed Camiî’nin Külliyesinde, cami ile Sultanahmed’in türbesi arasında bulunan, 1000 m2 sahalı, Devlet-i Aliyye’miz zamanında, Ramazan aylarında, Mısır’dan ve İslâm Âlemi’nin başka yerlerinden İstanbul’a gelen hafız ve âlimlerin konakladıkları ve ağırlandıkları yer, bir Ermeni vatandaşımıza, aynı Külliye’ye dâhil, sıra dükkanlardan birisi de, yine bir başka Ermeni vatandaşımıza satılmıştır. Yine İstanbul’da, Nuruosmaniye Camiî’nin altındaki, Rüstempaşa Camiî’nin altında dükkânlar yine gayrimüslimlere satılmıştır. 
Sultanahmed Camî sıra dükkânlardaki dükkân’lardan birisini satın alan, Ermeni vatandaşımız, Kirkor Bey, âhir-i ömründe, “Ben bu vebâl altında ölmek istemiyorum. Bu dükkân, bir Müslüman olan, Sultan Ahmed’in İslâmî usûl ve gereklere göre vakfettiği bir eser’dir. Ben bunu Müslüman’lara iade etmek istiyorum,” diye devletimizin muhtelif kurumlarına ve Vakıflar Başmüdürlüğü yetkililerine müracaat etmiş olmasına rağmen, kendisine alaka gösterilmemiş, nihâyet Kirkor Bey bu dükkânı Ermeni Kilisesi’ne vakfetmiş, hâlen bu dükkan’da kiracı olanlar, kira bedelini, Ermeni Kilisesi’nin vakfına ait banka hesabına yatırmaktadırlar. 
Avrupa Birliği’nin mütemâdî gayretleriyle, bir şekilde ve kanunlar, nizâmât müvacehesinde, Hazine’ye intikal ettirilmiş, tüm azınlık vakıflarına ait emlâk, bu vakıflara iade edilmiştir. Bu maksatla TBMM’sinde kanunlar çıkarılmış, mevzuât oluşturulmuştur. İslâmî hassâsiyete ve Devlet-i Aliyye’mizin geleneklerine uygun bu düzenlemeleri takdirle karşıladık. Aynı hassâsiyetin İslâm Vakıflarına gösterilmemesine, çeşitli entrikalarla, yok pahasına el değiştirmiş, paha biçilmez, vakıf eser’lerinin ve akarların, kanunlar çerçevesinde, bir mevzuat oluşturularak, iade edilmemiş olmasından dolayı, İmam-Hatip Okulu me’zunu, Muhterem Başbakan’a ve yakın çalışma arkadaşlarına kırgın olduğumuzu burada açıkça ifade ediyoruz. 
İslâm vakıf eser’lerine en büyük darbe, 1936 yılında çıkarılan bir kanunla vurulmuştu. Bu yıllar’daki tahribatın büyüklüğünü kavrayabilmek için, başta İstanbul olmak üzere, imârî dokuya bir bakmak lâzım... 
Osmanlı Devlet-i Aliyye’mizde kurum ve şahıs’ların toprak mülkiyeti yoktu. Cumhuriyet kurulduğunda, İstanbul özelinde, gayrimenkûllerin %75’i İslâm vakıflarına ait, %20’si gayrimüslim, azınlıklar vakıflarına, sadece %5’i kurum ve şahıslara tahsisliydi. Bakıldığında, birbirine muttasıl külliye’ler, bu külliye’lerdeki hizmet’lerin tahakkuku için gelir kaynağı olan çarşılar, han’lar, hamamlar hepsi ama hepsi vakıf mallarıydı. Hattâ, aşağı kademedeki Devlet ricâlinin, sıradan halk’tan herhangi bir Müslüman’ın yaptırdığı küçük cami’lerin bile, geniş avluları ve hazire’leri vardı. (Hazire: Salâtîn Camiî’lerin, diğer cami ve külliye’lerin yanlarında, arka veya önlerinde bulunan türbe’lerin etrafındaki küçük mezar alanlarıdır. Türbe’de medfun zât’ın aile ferdleri, yakın akraba, cami’in vâkıf ve vâkıfesi, onların yakınları, külliye’lerde hizmeti sebkat eden, imamlar, müezzin, kayyımlar, vâizîn ve mahallenin eşrafı, hürmete lâyık kimseler bu hazirelere defnedilirlerdi.) 
Ne yazık, bu dönemde pek çok hazire de yok edilmiş, mezarlar tahrip edilmiş, yerlerine devâsâ binalar inşa edilmiştir. 
MİSÂLLERİ: İstanbul, Cağaloğlu’nda, yeniden ihya edilen, Cezerî Kasımpaşa Camiî Haziresi cami’in tam karşısında, Sultan 2. Abdülhamid Han Hazretlerinin de medfun bulunduğu, Sultan 2. Mahmud Türbesiyle Bezm-i Âlem Vâlidesultan Mektebi olarak bilinen günümüzde Cağaloğlu, Anadolu Lisesiyle, Nuruosmaniye Caddesi ve Türbedâr Sokağının çevrelediği ada, bütünüyle, Cezerî Kasımpaşa Camiî’nin Haziresiydi. Hâlen, turistik eşya’nın satıldığı mağazalar kompleksi olan eski Hürriyet Gazetesi binası, hâlen bir banka tarafından kullanılan, eski İstanbul Reklâm Binası, Türbedar Sokağında cephesi olan, Anadolu Ajansı İstanbul Bölge Müdürlüğü Binası, arada şahıslara ait han’lar, apartmanlar, hepsi ama hepsi tahrip edilmiş, talan edilmiş Hazire üzerine kurulmuştur. Bu ada’nın, Nuruosmaniye Caddesine cephesi olan bir han’ın bodrum katında, hâlen bir türbenin bulunması, hâlen bir çeşme’nin mevcudiyeti, İstanbul Reklâm Binası’nın tam ortasında, Mahmud Nedimpaşa Türbesi’nin mevcudiyyeti, burasının bir Hazire olduğunun en büyük delilleridir. 
İstanbul, Taşlık’da, Taşlık Parkı olarak bilinen, İsmet İnönü’nün at üzerinde heykeli ve bir de köşkü bulunan bu saha da bir cami’in haziresiydi. 
Akâret’lerden Maçka’ya çıkışta, Spor Caddesi üzerinde, Spor Caddesiyle Bayıldım Caddesi’nin köşesinde yok edilen cami’in yerine, Kayserili, çok zengin bir zât bir apartman yaptırmıştı. Başı belâ’dan hiç kurtulmadı. Ticârî ma’nada çok sıkıntılar çekti, def’alarca iflas etti, iflasın eşiğinden döndü, genç yaşta evladını yitirdi, ölümlerle sarsıldı. 
Gazi, İstanbul’a geldiğinde, Dolmabahçe Sarayı’nda kalıyordu. Nitekim, 10 Kasım 1938’de Dolmabahçe Sarayı’nda vefat etmiştir. 
İsmet Paşa, Dolmabahçe Sarayı’nın hemen üstünde bulunan, çepeçevre Boğaz’a ve Marmara’ya hâkim bu tepeye sahip olmak ve burada bir köşk yaptırmak ister. Fakat, devrin Tapu ve Kadastro Umum Müdürü, Halid Ziyâ Türkkan, burasının vakıflara ait olduğunu, mezarlık ve hazire olduğunu söyleyerek, burada herhangi bir yapılaşmanın mümkün olmadığını söyler. İnönü’nün burada köşk yapmasına karşı çıkar. 
İsmet Paşa, Halid Ziya Bey’i Tapu Kadastro Umum Müdürlük vazifesinden azleder, Taşlık’daki Hazire tahrip edilir, mezar taş’ları, insan kafatasları, kemikleri bir başka yere taşınır, İnönü Köşkü yapılır, daha sonra da bu mekân’a, at üstünde devâsâ İnönü Heykeli dikilir. İnönü Köşkü, at üstünde İnönü Heykeli hâlen bu eski mezarlık ve hazire üzerinde durmaktadır. 
İstanbul’da, Sirkeci’de Ebu’ssuûd Caddesiyle, Alemdar Caddesi’nin kesiştiği yerde, Gülhâne Parkı’nın tam karşısında, Hasan el-Ünsî Hazretlerinin de türbesinin bulunduğu, Karaki Hüseyinağa Camiî’nin Haziresi vardı. Bu hazire, daha doğrusu, buradaki mezarlık 1970’li yılların ortalarına kadar duruyordu. Kim izin verdi, nasıl yaptı bilinmez? Bu mezarlık-hazire üzerine han’lar yapıldı. Bu hanlar’dan birisi, “Büyük Kelkit Han” olup, bu han’ın, Aydın Doğan’a ait olduğu bilinmektedir. Bir başka han da, Aksekili, Merhûm Ömer Duruk’a ait idi. Ebu’ssuûd Caddesinin köşesine de maalesef, Türk Kızılayı bir bina yaptırdı, Kızılay İstanbul Şube Başkanlığı’nı buraya taşımıştı. Daha sonra Kızılay İstanbul Şube Başkanlığı bir başka semte, bir başka binaya taşınmış olup, bu bina otel olarak kiraya verilmiş olup, nîce merhumların kemikleri üzerinde turistler içki içmekte, kumar oynamakta çılgınca tepinmektedirler. Verdiğimiz örnekler, çok küçük birer örneklemedir, derinlemesine bir araştırma daha nerelerin kimler tarafından işgal edildiğini ortaya koyar...