II. Dünya Savaşından sonra İngiliz Sömürgeciliğinin sona erip, İsrail Devleti’nin peyda olması, Orta Doğu’da jeokültürel ve jeopolitik bakımdan tam bir doku uyuşmazlığı meydana getirmiştir. Batı, Yahudi-Hıristiyan çatışmasını böylece Yahudi-Müslüman çatışması olarak Orta Doğu’ya ihraç etmiştir. Batılılar (Hıristiyanlar),Yahudileri İsa’nın katili; dolayısıyla “Tanrı’nın” katili (Godkiller) olarak vasıflandırmışlardır. Hıristiyanlıkta ilk günah gibi affı olamayan bu cürüm, Yahudi-Hıristiyan düşmanlığını içten içe besleyerek akıl alamaz kıyımların “antisemitik” tavırların doğmasına sebep olmuştur. İslam anlayışında ise bunlar “ehli kitap” olarak nitelendirilmiş ve ona göre muamele görmüşlerdir. Bunlara kişi haklarını veren Osmanlı Devleti, özellikle Yahudilerin şeytani gayret ve planlarıyla çökertilmiştir. Avrupa’da asırlarca toprak sahibi olmaları yasaklanan Yahudiler Orta Doğu’da önceleri paralarıyla toprak satın almışlardır. Sonra her türlü fırsatı değerlendirerek bu topraklara yenilerini eklemişler, bölgede sürekli çatışma siyasetini güderek başta ABD olmak üzere Batının destekleri, İslam dünyasının gafleti ve acziyeti sebebiyle bugünkü konumlarına gelebilmişlerdir. Stratejik bakımdan ABD’nin, kültürel anlamda Batı’nın parçası olan İsrail bu iki gücün sürekli desteğiyle halen çatışma siyasetini dur-kalklarla devam ettiriyor. Soğuk savaş sonrasında İsrail; artık Orta Doğuda Atlantik hegemonyasının bir ileri karakolu olmak yerine milletler arası bir aktör olma hevesine kapılmıştır. Bunun için bölgede hem üstünlüğünü perçinlemek, hem de gücünü kanıtlamak üzere insanlık dışı saldırılara koyuldu. Yaşanılan Körfez Savaşı İsrail için yeni politikaları açısından uygun bir vasatın doğmasına yol açmıştı.Bu sayede Saddam yanlısı bir politika izleyen FKÖ (Filistin Kurtuluş Örgütü)’nü şiddet kullanarak,Ürdün’ü ise Batı’nın politik gücüne de dayanarak pasifize etmeyi başardı. Türkiye, Mısır ve Fas’ın bu dönmede taktiksel hataları bölgede İsrail’in takip ettiği politikalıların etkinliğini artırarak, manevra alanının genişlemesine yardımcı oldu. Bir bakıma İsrail kuruluşundan o güne kadar bölgede bu kadar meşruiyet kazanamamış ve kabul görmemişti. Diyebiliriz ki; Fransız Devriminden beri, Yahudileri böylesine müspet etkileyen bir olay olmamıştır. Nasıl ki, devrimden sonra Yahudiler Fransız toplumuna entegrasyona yol bulmuşlarsa, Körfez Savaşı sırasında ve sonrasında da bölgeye entegrasyon fırsatları bulmuşlardır. İsrail, Soğuk savaş sonrasında eski statükoyu sürdürerek Orta Doğuda gerçekleştirmek arzusunda olduğu nüfus bölgesini sağlaması bir yana mevcudu bile koruyamayacağını gördü. Bunu izale etmek maksadıyla Batı’dan ve özellikle Dünyadaki Yahudi Sermesinden ek destek talebinde bulundu. Ancak o zamanlardan kendini uzmanlarına hissettirmiş olan ekonomik kriz bu talebe beklenilen karşılığı veremedi. Öte yandan, Dünya güç merkezinin Asya-Pasifik’e kaydığını gören İsrail, bu bölgelerdeki kötü geçmişi ve sicili sebebiyle,ekonomik ilişkilerde ve diplomatik vasatta kötü günlerin endişesiyle yoğun diplomatik çabalar sarf etmeye başladı. Bu cümleden olarak; Hindistan, Çin ve Endonezya ile ekonomik ve diplomatik ilişkilerini geliştirme gayretleriyle daha özgün bir devlet politikası oluşturma görüntüsü vermeye çalıştı. Ancak milletlerin hafızasındaki güvenilmezlik imajı her zaman Yahudiler için bir bariyer oluşturmaya devam etmektedir. İsrail, ABD ne dayanarak bir askeri şeridi korumak suretiyle ve sürekli gerilim yaratarak devlet olarak yaşayabilmenin güçlüklerini hissetmeye başlamış bulunmaktadır.İsrail bölgede su ve petrol gibi iki hayati kaynaktan özellikle bölge ülkelerince mutlaka uzak tutulması gereken sicilli bir devlet muamelesi görmektedir.Askeri gücün mahiyeti ne olursa olsun bölgede buna dayalı politikaların bir felaketle sonuçlanacağını Irak, İsrail’e de ABD’ye de öğretmiş bulunuyor. Bu gelişmelerin Tabii bir sonucu olarak İsrail’in Türk Başbakanından yedeği “one minute” tokatı başta ABD olmak üzere bütün Batıda endişe, İsrail’de şaşkınlık, İslam Dünyasında ise büyük bir sevinç ve umut yaratmıştır. İsrail bütün bu dirençler karşısında bölgede taktiksel olarak da olsa tavırlarında yumuşamaya ve yeni barış imkanları aramaya başlamıştır. Bunun gelecek günlerde gelişen boyutlarına şahit olacağız. Bu gelişmeleri ve İsrail politikalarını değerlendirirken İsrail’in Dış Politikasına hakim şu stratejik unsurları göz önünde tutmak gerekmektedir: 1-Sınırlarıyla ilgili ihtilaf konularını kayba uğramadan halletmek üzere hareket eder. 2-Bölgesel kaynaklara nüfuz etmek ister. 3-Bölge ülkelerinin kendine karşı birleşik hareket etmesini bütün yollara başvurarak engellemeye çalışır. 4-Uluslar arası Yahudi sermayesini bölge kaynaklarına daha etkin bir şekilde hakim olmasını teşvik eder ve bunun için bütün yolları dener. 5-Bölgedeki ilişkilerinin düzelmesine paralel olarak bunu esas hedef haline getirdiği Asya-Pasifik ekseninde değerlendirmeye çalışır. 6-Nihayet elde edebileceği ekonomik ve politik imkanları daha fazla Yahudi Sermayesi ile tam bir üstünlük şekline getirmek ister. Bütün bunlar bir yana İsrail’in özellikle bölgede bağımsız bir devlet olarak kabulü için 400 yıl önce Napolyon’un sorduğu soruları bölge ülkelerini muhatap alarak cevaplandırması şarttır.