Fotoğraf Sanatçısı-Heykeltıraş Yazar Ömer Lütfi  Bakan ile gazetemizin okurları için “hayatına ve Zehra'm” adlı romanına dair söyleşi gerçekleştirdik.

Yazarın deyimine göre “Sahte yaşamın biriktirdiği tortularla Ömer L Bakan” Keyifli okumalar..

Hasret Dilek Delier: Öncelikle sizi tanıyarak başlayalım. Ömer Lütfi Bakan kimdir?

Ömer Lütfi Bakan:

1959’da Haliç-Fener’de doğdu. Ömer Lütfi Bakan'ın üç çocuğundan biri olan Yılmaz Bakan’ın en büyük oğludur. Küçük bir çekirdek ailenin de en büyük oğlu olarak dünyaya gelen torun Ömer Lütfi Bakan, Fatih-Çarşamba’da Yavuz Sultan Selim ilkokulunda tahsil hayatına başladı. Daha sonra Etiler Hasan Ali Yücel ilkokulunda ikinci sınıftan itibaren ilkokula devam ederken hayatı tanımaya, gözlemlemeye başladı. İzlenimci bir yanı olan aklı onu farklı düşünme ve yorumlamaya öteledi ve bundan başarılı olsa da müfredat gereği öğrendiklerini farklı yorumlayarak öğretmenlerinin tepkisini çekti ve sürekli ailesine şikâyet edildi. Ortaokul birinci sınıftan itibaren yazdıkları veya yazmak istedikleri aklında birer tortu olarak birikti. Ömer Lütfi Bakan on iki yaşında resim yapmaya başladı. Yaptığı resimler farkında olmadan gerçeküstücü akımın birer parçası oldu. Resim yaparken bir yandan da araştırmaya ve kitap okumaya devam ederken çocukluğunun dünyası, daha sonra yetişkinlik dönemindeki sanatının hammaddesinin büyük bir bölümünü oluşturacaktı. O küçük yaşlarda anlaşılmak gibi bir derdi yoktu ama bir yandan da kabul edilmek istiyordu. Okuduğu kitaplar yüzünden babasından defalarca dayak yedi. Ama pes etmedi hep okudu, hep okumaya devam etti, hâlâ da okumaya ve araştırmaya devam ediyor. Yaptığı resimler ailesi tarafından rahatsız edici ve anlaşılmaz bulununca bir gün annesi onu Çapa Tıp Fakültesi Psikiyatri bölümünde resimleri ile birlikte Psikiyatr Doktora götürdü. Doktorun koyduğu teşhis annesi tarafından algılanamadığından ürkünç bulununca resim yapmak kendisine yasaklandı. Aslında doktor onu anlamıştı ama annesi de doktoru yanlış anlamıştı. Okulda harcadığı zamanın dışında evde mümkün olduğu kadar zaman geçirmemeye başladı. Kaldırımlara, Zeytinoğlu caddesinde yeni dökülen asfalta inşaat şantiyelerinde yeni sıvaların üzerine tebeşir, çivi, bulabildiği boyalarla resim yapmaya devam etti. Dolayısıyla Şişli Terakki lisesinde orta derecelerde seyreden bir öğrencilik hayatı geçirdi. Sınıf arkadaşı sanatçı bir ailenin oğlu olan Ali Arif Ersen onu yüreklendirdi ve resim konusunda ona hep destek oldu. İkisi de özlem duydukları Mimar Sinan Üniversitesi Resim bölümü için çalıştı; Ali Arif Ersen Akademiye girdi ama Ömer Lütfi Bakan giremedi ve hayalleri suya düştü. Bir yandan da Mimarlık ve fotoğraf ilgisini çekiyordu. Babaannesinin söz verdiği Fotoğraf Makinesine ancak onun ölümünden sonra babasının başının etini yiyerek sahip oldu. Makineye sahip olana kadar lise arkadaşı Serdar Bostancı’nın babasına ait olan fotoğraf makinesi ile idare etti. Yaptığı resimler gibi çektiği fotoğraflarda maalesef anlaşılamadı. Bu arada “ben seni okutamam” diyen babasının kurbanı oldu ama buna kendinden başka kimse farkında olmadı. Hayatı sokaklarda öğrenmeye, tanımaya başladı. Arkadaşları duvarlara yaptığı güzel resimleri bildiklerinden bir kova kırmızı boya ve yazılı sloganların olduğu kâğıdı vererek sisteme karşı duvarlara sloganlar yazdı. Kullandığı o kırmızı boyaların küçük bir kısmı hala tırnaklarının arasında saklanmaktadır. Kâğıt ve tuval üzerine yapamadıklarını oralara buralara yaparak hem halka ulaştı hem de sistem tarafından suçlandı. Yine ailesi bunun da farkına varamadı: daha doğrusu farkına vardırtmadı. Rahmet ile andığı Şevki Sümer ile tanıştı. Şevki Sümer onu ilk karanlık odaya attığında artık o bir fotoğrafın fahişesi idi ve onun için yeniden doğmuş gibi yaşam başladı ve “hayatı boyunca fotoğraf çekti; fotoğraf makinesi olmadığı zamanlarda bile”. Şimdilerde fotoğraf makinesi olmamasına rağmen fotoğraf projelerine devam ediyor. Öyküler yazıyor. Duygularının patlaması olarak adlandırdığı biriken tortuları şiirlere dönüşüyor. Roman yazıyor, biri bitti diğeri de bitecek. Resim yapmaya asla bırakmadı sadece biraz ara vermişti, şimdilerde hala devam ediyor. Fotoğraftan kazandığı bilgi, beceri ve farklı yerden bakma alışkanlığı farklı disiplinlerle haşır-neşir olmasına neden oldu ve heykel yapmaya başladı, hala yapıyor. Sokaklardan, kapı önüne atılmış kullanılmazları, hurdacılardan aklında biçimlenen hurdaları, çöplüklerden faydalanacağı çöp denilen ama onun için asla çöp olmayan atıkları toplayıp biçimlendirerek tekrar kullanılacak hale getiriyor, adına da “Iskarta” diyor. O, bu dünyada en büyük sahtekârdır ve sahte işler yapmaktadır. Nedenine gelince; yaşam tüm sahte ve sahtecilikten geçinenlerin elinde olduğundan, dünyanın gerçek olduğuna inanmıyor. Sahte dünyada sahte bir yaşam sürüyor; ta ki anlaşılana kadar böyle devam edecek. Eğer bir gün anlaşılabilirse, hem kendisi hem de izleyenleri gerçek ile tanışmış olacaklar.

               

Hasret Dilek D: Fotoğraf sanatçılığı, yazarlık dışında ne gibi uğraşılarınız var?

 Ömer L Bakan: Sanat hayatıma 1976 yılında fotoğrafçılık ile başladım. Fotoğraftan önce resim vardı ama o yıllarda devamı olmadı. Fotoğrafa ulaşmak istediğim yere ulaşmaya çalışırken farklı sanat disiplinlerinden faydalanmaya çalıştım. Amacım fotoğrafı sanat katına taşımaktı ve taşıdım da. Zaman içerisinde tekrar resme başlamak gereğini duydum, başardım da. Heykel 2007 yılında dikkatimi çekti; becerebileceğimi hissettim ve başladım. Zamanımın büyük bir bölümünü heykele ayırdım. Kendi tekniğim doğrultusunda ahşap ve demir kullanarak heykeller yaptım. Çok kitap okuyordum. Okudukça dilim ve yazın kabiliyetim geliştiğini fark eden edebiyat dostlarım beni yüreklendirdi. Önce öyküler, içimden geldiği zamanlarda duygu patlamalarımı mısralara döktüm. Ardından ilk romanım Zehra’m Ateş Yayınlarından  çıktı. Şimdi Kasaba adını verdiğim romanım bitmek üzere, o da basılacak. Hep okudum, bundan sonra da hep okuyacağım. Benim üniversitelerim okuduğum kitaplardır.    

Hasret Dilek D: Fotoğraf ile uğraşınız ne zaman başladı? İlk çektiğiniz fotoğrafı hatırlıyor musunuz?

Ömer L Bakan: Elbette hatırlıyorum. Maçka parkında sevgilim ile dolaşırken, karşımızdaki adamın bizim fotoğrafımızı çektiğini deklanşörün inanılmaz sesiyle fark ettim. Beni ve sevgilimi makinesine hapsetmişti. Bu bana tuhaf bir duygu verdi. Önce adama kızsam da onun olumlu yaklaşımıyla makinesini elime aldım ve sevgilimi fotoğraflamaya başladım. Şimdi onun yaptığını ben yapıyordum. Bunlar ilk fotoğraflarım oldu, ardı arkası çorap söküğü gibi geldi.


Hasret Dilek D: Fotoğrafçılık sanatı hakkında kısa bir bilgi verebilir misiniz?

Ömer L Bakan: Herkesin kolay zannedip bir şekilde fotoğrafa başlaması görsel çöplükten başka bir şey oluşturmuyor. Önemli olan görüneni aktarmak değil; o fotokopiden farksız bir şey değildir. Önemli olan düşünce biçiminizi görsel biçiminizle birleştirip, ortaya koyarken tecrübelerin doğrultusunda akıl ve göz eğitimi ile edinilmiş kültürel kavramın görsel karşılığıdır; fotoğraf ve benim  fotoğraflarım düşüncelerimin izdüşümüdür.

Hasret Dilek D: Aynasız mı, aynalı mı desem?

Ömer L Bakan: Ben hep aynalı kullandım. Aynasız ben de alerji yapıyor.

Hasret Dilek D: Sizi etkileyen en beğendiğiniz fotoğrafçılardan birkaç isim vermenizi istesem aklınıza ilk gelenler kimler olur?

Ömer L Bakan: Ali Arif Ersen, Orhan Cem Çetin, Merih Akoğul, Aramis Kalay, Selçuk Özgüleryüz, Jean Lupe Sief, Suzan Armağan, Levent Yavuz, Dora Günel, belki birkaç daha fazla değil..


Hasret Dilek Delier: İnsanlar bir süre yazı ile kendini ifade etti, bir süre fotoğrafla. Şimdilerde ise video ile ifade etmeye başladılar. Hemen herkes günde en az bir video çekiyor ve izliyor. Sizce video fotoğrafın yerini alır mı?

Ömer L Bakan: O çok önce gerçekleşti: temel altı sanat dalının yedincisi Sinema oldu. Sinemadan önce fotoğraf icat edilmişti. Fotoğrafçıların yetersiz işleri fotoğrafın yedinci sanat olmasını engelledi. Görsel sanatlarda her şey fotoğrafın yerini alacaktır. Zaten fotoğrafın zorluk derecesinin ne kadar yüksek olduğunun kanıtı da buradadır. 

Hasret Dilek D: Tanıtımlarda oldukça ilgi gören Zehra’m adlı kitabınızdan bahseder misiniz? Zehra’m nasıl doğdu?

Ömer L Bakan: Zehra’m gerçek hayat hikayelerimden doğmuştur. Bir gün kahramanlardan birini bir hastanede torunu ile gördüğüm gün önce öykü ardından roman oldu. 1959 dan bu yana yaşadığım bu dünyada sadece 1971 ve 12 Eylül 1980 sabahına kadar yaşanan anları ve kahramanların zaman-zaman geri dönüşlerle birçok tarihsel olayların içinde yaşanan bir aşk hikâyesi böylece doğmuş oldu. Birbirimizi ilk gördüğümüzde gözlerimiz birkaç saniye birbirine kitlendi ve hiç konuşamadık. Belki de öyle gerekiyordu.

Ama Zehra’m ın arka kapak yazısında editörüm Türker Alpertonga en güzel şekilde açıkladı.

Editör Türker Alpertonga, Zehra'm için kapak yazısın da şu ifadelere yer veriyor:

Üç kelimeyle ifade etmek gerekirse; “İddialı, cesur, şeffaf.”

Cumhuriyet’in siyasal ve toplum tarihini sıra dışı bir bakış açısıyla irdeleyen, gündeme getirilmesi cesaret isteyen konuları en ince detaylarına kadar korkusuzca ele alan, insan davranışlarının öteki yüzünü fütursuzca ifşa eden bir roman.

İç içe ve dönem dönem yaşanan toplumsal dramların bireylere bakan yönüyle olağanüstü psikolojik tahlilleri, dayatılan statülerin ahlaki ve kültürel infilaklara sebep olması, birbirinden uç hayatların ortak hikâyeler çatısı altında sentezlenerek gözler önüne serilmesi, olayların cereyan ettiği tüm mekânların neredeyse tamamının tarihi hakkında detaylı bilgiler verilmesi, esere oldukça derin bir muhteviyat kazandırmış.

Eseri tamamlayınca hangi Zehra’m sorusunu soracaksınız. Sınıf atlayıp sınırsız özgürlük kazanan Zehra’m mı, kazanma kuşağında kaybeden Zehra’m mı, hayata yeni adım atan minik Zehra’m mı? İlk iki Zehra’m’ı marjinal bulanlar, üçüncü Zehra’m’la geleceğe yönelik kendi Zehralarını hayallerinde inşa edebilirler.

Hasret Dilek D: Zehra’m adlı eserinizde okurlara vermek istediğiniz bir mesaj var mı?

Ömer L Bakan: Herkesin yaşam biçiminden kaynaklanan düşünce biçimi doğrultusunda kendine uygun gördükleri mesajı kendi çıkarları doğrultusunda alacaklardır. Ama toplumsal dejenerasyon ön planda olduğundan belki de bu mesajı görmek istemeyeceklerdir. Her günün ardındaki gelen bir gün, bir önceki günün modern zamanıdır ve bu zaman içinde yaşayan herkes “modern zamanın kölesidir”

Hasret Dilek D: Kitabınızı  hangi yayınevinden çıkardınız?

Ömer L Bakan: Ateş Yayınevi bu kitabı basmaya karar verdiğinde yayınevleri hakkındaki düşüncelerim değişti. Bu eserde basmaya karar veren Nurcan Ateş hanımefendi, editörlüğümü Yapan Türker Alpertonga ve beni yayınevimle tanıştıran Çağdaşım ve gençlikten beri arkadaşım Feridun  Hocalar’a çok teşekkür ediyorum.

Hasret Dilek D: Kapak tasarımı oldukça ilgi çekici. Kapak tasarı mı kime ait?

Ömer L Bakan: Henüz hiç tanışmadığım ama karşılaştığımızda birbirimizi ne kadar çok anlamışız diyebileceğim Ayten Hocalar Hanım efendiye ait olup mükemmel bir iş çıkarttığını biliyorum. Bu çalışmaya fotoğrafıyla katkı veren çağdaşım, arkadaşım Suzan Armağan’a ayrıca teşekkür ediyorum.