Yüce İslâm dini’nin intişâr ettiği, Hicrî birinci asır, Hulefâ-i Râşidîn, hususiyle Hazret-i Ömer (r.a) Efendimizin halifeliği devrinden i’tibâren, fethedilen memleketler topraklarının rakabesi (kuru mülkiyeti) İslâm devlet’lerinde, Beytü’lmâl denilen devlet hazinesine ait olup, devlet bu toprakların tasarruflarını belli şartlarla, şahıslara veya kurum ve kuruluşlara bırakıyordu. Sistem, Emevî’ler, Abbâsî’ler, Büyük Selçukî’ler, Selçuklu’lar ve Devlet-i Aliyye-i Osmaniye’de de aynen muhafaza edilmiştir. Husûsî mülkiyete asla konu edilmeyen bu arazîlere, “Mirî Arazi” denilirdi. Bizâtihî devletin sahibi bulunduğu bu arâzi’lerde, doğrudan tarım-üretim, işletme yapmasının güçlüğü ortadadır. Bunun için, devlet, hakkını genelinde “Dirlik” denilen fakat, arazinin büyüklüğü te’min edilen gelirler bakımından, has, zeâmet, tımar, yurtluk ve ocaklıklar gibi isimler verilen kurumlar vardı. Tımar ve zeâmet sahipleri askerî birer kumandan durumundaydı. Zeâmet sahipleri, zeâmetin bulunduğu yerde oturmak, orada mülkî vazifeler ifâ etmek, asker yetiştirmek ve askeri muharebeye hazır tutmak gibi vazifeleri de deruhte ederlerdi. Zeâmetin en küçük limitlisine “kılıç” denilirdi. Geliri 30 bin akçe olan bir zeâmetin ilk 20.000 akçesi kılıç, geri kalanı hisse adını alırdı, yalnız zeâmetlerde kılıç bölümü tecezzî etmez (çeşitli cüzlere bölünmez). Bir zeâmet boş kaldığında, kılıç kısmı parçalanarak tımara çevrilmez, başkalarına tevfiz (havale) veya başka zeâmete yahut tımara katılmazdı. Devlet-i Aliyye-i Osmanî’de, Bağdat, Basra, Mısır, Yemen, Habeş eyâletleriyle Halep ve Cezâyir-i Bahr–i Sefîd eyâletlerinin, ba’zı sancaklarında tımar ve zeâmet yoktu. Osmanlı Devlet-i Aliyye’sinde zeâmet’ler ve dirlik sistemi 1839 Tanzimat Fermanından önce kaldırılmıştı. Bilhassa, Osmanlı Devlet-i Aliyye’sinin, Rumeli eyâlet ve sancaklarında, zeâmet ve dirlikler, devletin yerine getirmesi gereken ba’zı hizmetleri kendilerine tahsis edilen bu arâzilerden elde ettikleri gelirlerin bir kısmı ile Orduya asker yetiştirilmesi, askerlerin teçhizat ve pusat’larının te’mini masraf’ları için kullanırlardı. Ba’zı zeâmet sahipleri de, kendilerine tahsis edilen bu arazilerin bedeli ile o eyâlet veya sancaklar’daki vergileri tahsil edip Pây-i Taht’ta, muntazaman gönderirlerdi. Günümüzde, ba’zı vergiler tarh edilmektedir, fakat bu vergilerin tahsili fevkalâde zor ve masraflıdır. Hattâ, zaman içinde ba’zı vergilerin tahsili için harcanan para, tarhedilen vergiler’den fazla olabiliyor. 1970’li yılların başında, ilk def’a olarak mer’iyyete konulan Emlâk Vergisi, ilk yıllarda, tahsil edilen vergi, tahsil masraf’larını karşılamıyordu. Devrin Başbakanı, Süleyman Demirel, devrin Gelirler Umum Müdürü’ne sorar, Sayın Genel Müdür! Memleket çapında bu yıl, ne miktar’da Emlâk Vergisi toplayabildik, Sayın Başbakanım, bu yıl topladığımız-tahsil ettiğimiz, Emlâk Vergisi toplamı, Yedimilyar TL’dir. Pekalâ! Bu yedimilyar TL’lik meblağı toplayabilmek için ne kadar para sarfettik? Sayın Başbakanım, Onikimilyar TL. sarfettik. Sayın Genel Müdür! Öyleyse “attığımız taş, ürküttüğümüz kurbağa’ya değmezmiş,” hem vatandaştan zorla para tahsil ettik, onları mutzarrır kıldık, hem de Hazine’miz yaklaşık, Beşmilyar TL. zarar etti... Günümüzde modern devletler, modern iktisad kuralları ve vergi sistemleriyle hâlâ bu vergi mes’elesine bir çözüm bulamamıştır. Halâ, ba’zı vergi sistemlerinde tarhiyatı yapılan vergileri, tahsil edebilmek için, tahsil edilen miktar kadar sarfiyat yapılmaktadır. Amerika Birleşik Devlet’leri, Osmanlı Devlet-i Aliyye’mizin en ihtişamlı dönemi olan Kanûnî dönemini emsâl almış, Büyük Osmanlı Pâdişahı Kanûnî’nin bir Muhteşem Portresini Kongre Binasının en yüksek yerine yerleştirmiş, ve altına da, “Bütün dünyada en iyi kanun yapıcıların en büyüğü ve birincisi,” diye yazmıştır. Ayrıca, Kanûnî Dönemi’nin, Divan-ı Hümâyûnu’nun esas alarak, Bakanlık sayısını, tıpkı, Divan-ı Hümâyun’a katılanların sayısı kadar, Başkan hariç, 13 kişi olarak tesbit etmiştir. Bu günlerde ABD’de Osmanlı Devlet-i Aliyye’sinde büyük bir başarı ile uygulanan Zeâmet Sistemi çok ciddî bir şekilde tahkik ve tedkik edilmektedir. Devlete hiçbir yük getirmeden, ba’zı devlet hizmetlerinin başka dinamiklerce karşılanması hususunu inceliyorlar... Osmanlı Toprak Sisteminde, yalnız, dirlik ve zeâmet yoktur; Devlet hizmetinde önemli mevkiler’de bulunan üst rütbeli vezirler, âlimler, müderrislere de gördükleri hizmetler karşılığı, Mîrî Hazine’den kendisine herhangi bir ücret tahsis edilmemekle, Hazine-i Mîrî’ye ait, ba’zı topraklar kendilerine “Arpalık” olarak tahsis edilmekteydi. Aslında, bu tahsisler şu manaya gelirdi. “Gördüğünüz bu çok mühim vazife ve hizmet karşılığı, Hazine-i Mîrî’den size ne miktar takdir edilse azdır, kıymetsiz, değersizdir. Onun için, size bu arazi veya çiftlik tahsis edilmiştir ki, buralarda çiftçilik, hayvancılık gibi zirâî faaliyetlerde bulunacaksınız, yanınızda kâhyâ’lar ve başka hizmetliler çalışacak, üreteceksiniz, üretiminizle, hubûbat ve hayvancılık’ta tüketimi de dengeleyeceksiniz!. Osmanlı Toprak Sistemi’nin işleyişi ve te’min ettiği faydalar hususunda asgâri ba’zı bilgiler vermek için, birisi Fatih Sultan Muhammed Han zamanından, birisi de, Sultan 2. Abdülhamîd Han zamanından olmak üzerde, iki misal vereceğiz!.. Fatih Sultan Muhammed Han, İstanbul’u fethe müyesser olduktan çok kısa bir zaman sonra, Hızır Bey’i İstanbul’a Kadı ta’yin edilmek üzere da’vet eder. Hızır Bey (Ö.Hicrî 859, Milâdî, 1459) Eskişehir, Sivrihisar’da doğdu. Ba’zı kaynaklar doğum tarihini, (Hicrî 810, Milâdî 1407) olarak verirler. Babası, Sivrihisar Kadısı Celâleddîn Efendidir. İlk tahsilini babasından gördü; ardından Bursa’da Molla Yeğân olarak şöhret bulan Ahmed bin Armağan’ın yanında tahsiline devam etti. Bu arada Bursa’da hoca’sının kızıyla evlendi. Öğrenim hayatını tamamladıktan sonra Sivrihisar’daki bir medrese de müderris olarak vazife’ye başladı, Taşköprîzâde, Hızır Bey’in burada kadı olarak bulunduğunu belirtir. (Hicrî 837, Milâdî 1433) Kadı Hızır Bey asıl şöhretine Edirne’de, Sultan Fatih Muhammed Han ile tanıştıktan sonra kavuştu. Edirne’de, Fatih Sultan Muhammed Han’ın huzurunda yapılan ilmî toplantılar’dan birisinde, Mısır veya Suriye’den gelen bir Arap âlimiyle giriştiği ilmi münazarada galibiyet te’min edince Pâdişah İkinci Mehmed’in dikkatini celpetmiş, bir Osmanlı âliminin muvaffakiyeti karşısında sırtından hil’atını çıkarmış kendisine giydirmiş ve kendisini Çelebi Mehmed (Sultâniye) Medresesine 50 akçe ile müderris ta’yin etmiştir. Hızır Bey Bursa’da müderrislik yaptığı yıllar’da, daha sonra Osmanlı Devlet-i Aliyye’sinde önemli isimler olan, Hocazâde Muslihiddin, Hayâlî Ahmed Efendi, Muslihiddin Kastalânî (Kestelli), Alâeddin Arabî, Hocazâde, Hatipzâde ve Muharrifzâde gibi nice talebe yetiştirmiştir. Daha sonra yine Fatih’in işaretiyle Edirne’deki Üçşerefeli Camiî Medresesinde ders vermeye başladı. (Hicrî 855, Milâdî 1451) Bu arada kısa bir müddet de Yanbolu Kadılığı da yaptı... Kadı Hızır Bey, İstanbul’un fethi üzerine, Fatih Sultan Mehmed Han tarafından Kadı olarak İstanbul’a da’vet edilmiştir. Kadı Hızır Bey böylece Devlet-i Aliyye’mizin yeni Pây-i Taht’ı, Başşehri İstanbul’un ilk kadısı, unvanını kazandı. İstanbul’un Kadısı’nın görevi yalnız Adlî işlere bakmak değildi; Adliye ile birlikte, Belediye, Emniyet-Asâyiş işlerine de bakıyordu. Doğu Roma’nın, Bizans’ın bu köhnemiş Başşehri İstanbul’un çehresi, Kadı Hızır Bey’in emeğiyle büyük ölçüde değişmiş, güzelleşmiş her bakımdan ma’mur hale gelmişti. Kadı Hızır Bey bu vazifede iken çok genç denilebilecek bir yaşta, Allah’ın rahmetine kavuşmuş, (Milâdi, Ocak 1459, Hicrî, Rebîü’levvel 859) Mübârek Kabir’leri, İstanbul Unkapanı-Zeyrek’dedir. Halen, İstanbul’da, Hızır Bey’in adını taşıyan bir cami ve bir mahalle bulunmaktadır...