Yıllar önce Hacettepe Üniversitesi Öğretim Görevlisi ve Ekolojik Araştırmalar Derneği (EKAD) Başkanı Dr. Ali Fuat Canbolat ve ekibinin caretta carettaların gönüllülerce yuvalarından çıkarılarak denize ulaştırılmasına ilişkin, Belek sahiline bırakılan milyonlarca caretta caretta yumurtasını koruma altına alma çalışmalarına katılmıştım.

Binlerce  yavruyu denizle buluşturmak, oldukça genç bir gönüllü grubuyla çalışmak, büyük bir duygu birikimi patlamasıydı. Biyoçeşitlilik ve doğa koruma konusunda uzman akademisyenler tarafından 2003 yılında kurulan bu derneğin, koruma altındaki türlerin yuvalama alanları ve yavrular için tehdit oluşturan unsurlarla mücadele ettiğini bilerek isteyerek ve gönüllü olarak katılmıştım. (Akdeniz faunasının doğal bir parçası olan deniz ve kıyı ekosistemi açısından büyük önem taşıyan deniz kaplumbağalarının en büyük yuvalama alanı Belek'te, her yıl haziran-eylül arasında kamp çalışmaları gerçekleştirilir.)

Doğanın korunması kapsamında bu çalışmalarda evrenin o dingin ve kendini yenilediği sabahın ilk ışıklarıyla uçsuz bucaksız kumlarda büyük bir titizlikle caretta yumurtalarını uydu yardımıyla bulmak sahiplenmek, koruma altına almak gibi bir bilimsel çalışmada olmak gerçekten müthiş bir deneyimdi.

( Ayrıntılıları gazetemizin Sevgülce adlı gezi yazılarımın linkinde bulabilirsiniz.)

O günlerde keyfimi bozan beni irite eden bir şey olmuştu. Duygusallığımın bana verdiği direktifle tabii, bir gece yarısı dakikalarca bekleyip de onlarca yavruyu muhteşem bir eforla açtığı yuvaya bırakan anne carettayı sessizce seyredip, müthiş ritüelini ve gerekliliklerini yaptıktan sonra denize dönerken hocamızın onu yakalayıp, tel zımba gibi kulaçlarından birine  çip takmasına çok içerleyip kızmıştım. Hocanın canı yanmaz merak etme demesine de tatmin olmamıştım.

Yıllar içinde bu merhamet duygumun aslında kimin nereye ait olduğunu vurgulayan, hastalığını çiftleşmesini gibi bir çok verilerin takibi açısından pek de geçerli olmadığı kanısına az buçuk inandım.

6 Şubatta ülkemiz görmediğimiz şahit olmadığımız iki büyük depremle sarsıldı. İnsanlar öldü. Doğanın tüm canlıları telef oldu. Acının derecesi ise anlatılır gibi değil. Hala bu kederlere merhem olamamak da işin ayrı bir utancı.

Taş taş üstünde kalmayan bu felakette verilen  bu yaşam mücadelesinde binlerce çocuk kayboldu… Binlerce can dostumuz kayboldu…

Ve kabus dolu haberli günler geçerken, hafiften yüzümüze tebessüm attıran olayları izledik. Enkazların altından çıkan kedi ve köpeklerden çip takılı olanlar sahibini buldu.

Benim üç kedim var. Ve olası İstanbul depremi! Çip taktırıp canlarını yakmanın saçmalık olduğunu, fişlenmenin özgürlük duygularıma ters olduğunu düşünürken, yavaş yavaş bu önyargının çürüdüğünü hissettim. Olmasının bir pozitif yanı vardı.

Ancak çip taktırmanın fahiş fiyatı canımı sıkıyor ve bunun devletin üstlenmesi gerektiğini düşünüyorum.

Yıllar önce seyrettiğim bir bilim-kurgu filmde vardı. Acaba insanlara da o filmdeki gibi takılsa kaybolan çocukları bulabilir miyiz gibi ikirciklerde kalmadım değil…

Ahhh… çağın çaresizlikleri bizi nerelere getirdi böyle...