Adında bir de ek var; 32 KISIM TEKMİLİ BİRDEN

Hem öğretici hem de eğlenceli oyun içinde bir oyun…

Bu hafta İstanbul Devlet Tiyatrosu’nun Sebastian Seidel’in yazdığı, Mine Tüfekçioğlu’ nun yönettiği bir oyuna gittim. Salih Bayraktar ve Levent Aras’ ın muhteşem performansı dikkatleri hiç dağıtmadan izleyenlere keyifli dakikalar geçirtti. Bu iki kişilik dev  oyunda ses de ışık da dekor da çok iyiydi. Oyuncular vücut dilini, mimiklerini kısaca sanatlarının hakkını vere vere kullandı. Tüm karakterler değişiklikleri için gösterdikleri performans tiyatronun zorluklarını ve unutanlara oyuncuların karakterlerden ibaret olmadığını da net olarak anlattı. Bu iki oyuncu konsept gereği sürekli oyundan çıkma durumunda kalıyorlar ve çok güzel bir doğaçlama ile geri dönüyorlar. Ve onlar normal drama olsa bile  hakkını verebilecek kapasitede olduklarını çoktan ispat etmişler.

Oyunda yedirilen ufak aksaklıklar dışında bir korku hikayesinin komediye taşınması insanda genel bir ‘happening’ yaşatmıyor değil. Doğrusu oyuna girmeden önce hikayenin komediye dönmesi algısını yadırgamıştım. Ancak bildiğimiz Frankenstein hikayesine sadık kalarak güldürü ögeleri çok güzel gezdi. Üsküdar Tekel  Sahnesi' nin o tarih kokan atmosferiyle birleşince de süper oldu.

Sadece ‘Sütçü Beygiri’ sahnesinde ki Cem Yılmaz usulü belden aşağı espri olmasaydı iyi olurdu. Bence akıştaki başarıyı anlık da olsa gölgeledi.

Bu arada demeden edemeyeceğim; bizim seyircimiz interaktif olmayı çok seviyor arada sahneye laf atması kendilerini BKM sahnesinde sanmaları da milletimizin samimiyetin sınırını koyamamaktan kaynaklanıyor maalesef. Hemen tebelleş oluveriyoruz.

Bilindiği üzere Frankenstein ya da Modern Prometheus, İngiliz yazar Mary Shelley’in bu kült romanı alışılmışın dışındadır. Bilim kurgu hikayelerin ilki sayılabilir. Bilimsel düşüncenin yükselişe geçtiği bir çağda yazılmıştır.

Genç bir bilim adamı  V. Prometheus doğaya hâkim olma hırsıyla, ceset parçalarını birleştirerek galvanizmin ilkeleriyle hayat verdiği yaratığından kaçışı ve yaratıcısının tiksinerek reddettiği, sevgisini esirgediği yaratığın bu zalim sorumsuzluktan intikam alma girişiminin trajik hikâyesidir. En ince detayları düşünerek topladığı ona kendi adını verdiği ölümsüz canlının canavara dönüşmesi, yaratılanın yanlızlığı yaşayıp intikamcı ve kötü birine dönüşme macerası…

Sevgisizlik ne kötüdür yaa. Hangi tür olursa olsun hep sevgi sevgi sevgi…

Hikayede bir insanın yaratılmasındaki gizemlere meydan okuyan haliyle tanrıya karşı gelmek de söz konusu. Gotik edebiyatın 200 yıldır popülaritesini kaybetmeyen başyapıt günümüze dek çeşitli şekillerde işlenmiş. Frankenstein hikayesi daha sonra popüler ve Hristiyan ahlakçılığına nispeten daha yumuşatılmış olsa da ilk versiyonu esas alınmış ve işlenmiş, radikal ve tanrı karşıtı haliyle korku ve acıma duygusu hepsinde ortak noktadır.

*Devlet Tiyatrosu oyunu başarılı komedi unsurlarıyla sahneye koyarken… Çağan Irmak’da hikayeden etkilenerek çektiği ‘Yaratılan’ mini dizisinde konuyu insana daha yakın olmak adına fantastik kurguyla yorumlamış. Dizide biri toplum dışına itilmiş, biri de kendini kanıtlamaya çalışan, zekâsı bedeninden fışkıran iki insanın mücadelesi var. Bu haliyle yaklaşımlar daha ayakları yere basan bir hale dönüşmüş ve  günümüz için başarılı olmuş.

Özellikle Ziya karakterinin benim hayatımı nereden biliyorsun ki bana ne yapmam gerektiğini bu kadar rahatlıkla ve bu kadar donanımsızca söyleyebiliyorsun yaklaşımıyla, artık hayatlara müdahil olmaya, müdahale etmeye, manipüle etmeye başladıkça istemeden kötü insana dönüşü yadırganmıyor. 

Ancak ben de şaşırdım;

Nedense Çağan Irmak Frankenstein’ı bir kadının yazmasına çok şaşırmış. Kadının tarih boyunca ezilmesi hali, bireysel duygularının istismarı  ile geldiği noktayla yaradılışındaki gücü kullanmak onu bu hikayeye itmiş olabilir mi  acaba?