OLAÇIKAGELMEK, MÜTEŞEYYİH’LER!... (4)
Mustafa AKKOCA
Nakşibendiyye’nin bir kolu olduğu iddiasındaki, önemli müntesipleri arasında, Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in de bulunduğu cemaat, kısaca Işıkçı’lar, Hüseyin Hilmi Işık Efendi’nin talebesi olarak bilinen-ma’ruf olan, cemaattir. Üstad Necip Fazıl Kısakürek merhûm, “Başbuğu Veli’lerden 33 Altun Silsile” adlı kitabında, Silsele-i Zehebi, Altun Silsileyi, Resûl-Ekrem Salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimizden i’tibâren, teselsül ettirir ve bu teselsüle nazaran, 29. Abdullah-i Dehlevî Hazretlerinden sonra Mevlânâ Halid-i Bağdadî ile devam ettirir.
Üstad, nereden almışsa, güyâ Abdullah-i Dehlevî Hazretlerinin, Mevlanâ Halid-i Bağdadî’ye icâzet ve hilâfet verdiğini beyan ettikten sonra, icazetten ba’zı satırlar aktarır ki, bu satırlar:
“Huzur ve Yâde mazhar oldular ve letaif-i emrin tehzibiyle fena fillah ve bekâ billah ve mahviyyet-i vücudda faik oldular.”
“Pes onları, icazet ve hilâfet ile talipleri terbiyede mümtaz kılmış ve Kaadiriyye, Kubreviyye tarikatlerinde dahî mücâz kıldım.”
“Onların eli benim elimdir; ve onlar benim sadakatle damgalanmış pirlerimin halef ve nâibidir. Rızası benim rızam ve hilâfı benim hilafımdır.”
Üstad bu satırları nereden ve hangi belgeden almıştır, bildirmiyor. Ancak, Nakşibendiyye usûlünde, teselsül’de bu kabil icazet ve halef ta’yin etmek gibi bir icraat yoktur. Esâsen, icazet ve hilâfet verme, el verme, nâip ve vekil ta’yin etme gibi usûller, Turuk-u Âliyye’nin bir hal ve derûn keyfiyyeti olmaktan çıkarılıp, birer vakıf kurumları ve Cemiyyet teşekülleri olarak görülmeye başlamasından sonra ortaya çıkan durumlardır.
Üstad’ın teselsülüne göre, Halid-i Bağdâdî’den sonra, Seyyid Tahâ, Seyyid Taha’nın Hicrî 1269’da vefatı üzerine, Seyyid Fehim (Arvâsî), Silsele’nin son halkası olarak, kendisinin kapılandığı,
Sonsuzluk Planının irşad kutbu...
Ferdi-Muhammedî hakîkat Vârisi...
Tesbihin son tanesi...
Benim kurtaracım, müjdecim, mürşidim, şeyhim, nurun, ruhum, canım, efendim, topyekûn hayatım” dediği, kendi ta’biriyle Esseyyid Abdülhakîm Arvasi...
Muhammed Raşid Erol, Milâdî 1930-1993 tarihleri arasında yaşamıştır.
Aslen, Siirt’in Baykan kazasına bağlı, Siyânis köyündendir. Bölgelerinde “Seyda” seyyid’ler olarak tanınan bir aileye mensuptur. Babasının vefatından sonra (1972), Babasının yerleştiği Adıyaman İli, Kahta ilçesi, Menzil Köyünde babasının halifesi olarak şeyh’lik yapmaya başladı. 1975’den sonra şöhreti yurdun her tarafına yayıldı. Seyr-i Sülûkü olmayan, çileye ve himmete talip olmadan kısa yoldan velî olmak isteyenlerin istilasına uğradı. 12 Eylül 1980 hükûmet darbesinden sonra, Çanakkale’nin Bozcaada ilçesinde ikâmete mecbur tutuldu. Burada 18 ay kaldıktan sonra (Mart 1983’de) Ankara’ya nakledildi. 1986 yılında ise memleketi Menzile dönmesine izin verildi.
Menzil Cemaati, daha doğrusu, merhûm Muhammed Raşid Erol, Halid-i Bağdadî’den i’tibaren, teselsül yürütür. Her birinin halkası ayrı ayrıdır. Ancak Üstad Necip Fazıl, merhumun yürüttüğü silsele’de mevcut, Seyyid Taha, görüleceği üzere Muhammed Raşid Erol’un yürüttüğü silselede de vardır. Seyyid Tahâ’dan sonra, Sıbgatullah Arvâsi, Abdurrahman Taği, Fethullah Verkânîsî, Muhammed Ziyaeddin, Ahmed-i Haznevî, Abdülhakim-i Hüseynî...
Abdülhakim-i Hüseynî aynı zamanda Muhammed Raşid Erol’un babasıdır.
Türkiye’de, dinî eğitim almamış ve fakat milliyetçi-muhafazakâr ailelerin yüksek tahsil görmüş, çeşitli mesleklerden, yüksek bürokrasi ve iş idamlarının rağbet ettiği cemaat olarak bilinen, İskenderpaşa Camiî Cemaati ya da Mehmed Zahid Kotku’nun talebesi...
Mehmed Zahid Kotku, (1897-1980) Ailesi 1880 yılında Dağıstan’ın Şeki kasabasından Anadolu’ya göç etmiş, Bursa’ya yerleşmiştir. Zahid Kotku, 1897’de Bursa’nın Pınarbaşı’nda doğmuştur. Babasının 1929’da vefatı üzerine, öğrenimine Bursa’daki idadilerde ve san’at mekteplerinde sürdürdü. 1. Cihan Harbi patlak verdiğinde 18 yaşlarındaydı, askere alındı ve Suriye cephesine gönderildi. Ordunun Suriye cephesinden çekilmesinden sonra, Temmuz 1818’den i’tibâren İstanbul’da Askerlik Şubesinde yazıcı olarak askerlik vazifesine devam etti. 1920’de henüz askerlik vazifesine devam ederken, Cağaloğlu’nda bulunan Fatma Sultan Camiî yanındaki, Gümüşhanevî Tekkesine giderek Şeyh Dağıstânî Ömer Ziyaeddin Efendiye intisap eder. Diğer taraftan da Beyazıt, Fatih ve Ayasofya Camiî ve medreselerindeki derslere devam eder. Bu arada hafızlığını da tamamlar.
1925 yılında tekke ve zâviyeler kapatıldıktan sonra, Bursa’ya döner, babasının yıllarca imamlık yaptığı İzvat Köyü’ne yerleşir, babasının vefatından sonra da bu köyde imamlığa başlar.
1946’da önce Üftade Camiî’nde, daha sonra Gümüşhanevî Tekkesinden, yakın arkadaşı Abdülazîz Bekkîne’nin vefatı üzerine Zeyrek’teki Ümmü Gülsüm Mescidine nakledilir. İstanbul’daki imar hareketlerine kurban edilen çok sayıda cami ve mescid gibi, Ümmü Gülsüm Mescidi de istimlâk edilince (1958)’de Mehmed Zahid Kotku, Fatih İskenderpaşa Camiî imamlığına naklen ta’yin edildi. Ve irtihaline kadar da bu vazifesi devam etti.
İskenderpaşa Cemaati, ya da Mehmed Zahid Kotku müntesipleri, tarikat silsilesini Halid-i Bağdadî’den i’tibâren, şu şekilde teselsül ettirmişlerdir;
Mevlânâ Halid-i Bağdadî, Ahmed Zilâeddin Gümüşhanevî, Dağıstanlı Ömer Ziyaeddin Efendi, Tekirdağlı Mustafa Fevzi Efendi, Kazanlı Abdülazîz Bekkîne ve Mehmed Zahid Kotku...
Çarşamba Cemaati, İsmailağa Camî Cemaati, Mahmud Efendi müntesipleri olarak bilinen, Mahmud Ustaosmanoğlu’nun şeyh’liğini yaptığı daha ziyade kılık-kıyafet, giyim-kuşam, saç-sakal konularındaki hassasiyetleriyle bilinen cemaat..
Bunlar da silsilelerini, Resûl-i Zişân Efendimizden i’tibaren, Silsele-i Zeheb’in 29. halkasından itibâren, 30. Abdullah-i Mekkî, 31. Mustafa İsmet Yanyevî, (İsmet-i Garîp), 32. Ali Rıza Bezzâz, Bandırmavî, 33. Ali Haydar Ahisgavî, (Ahıskalı Ali Haydar Efendi...
Buraya kadar kaydettiklerimiz birer tespittir. Aslâ bir kıymetlendirme (değerlendirme) değildir. Tespitler, asla “doğrusu budur, böyle kabul edilmelidir, ben böyle kabul ediyorum” demek değildir.
Bir kıymetlendirme (değerlendirme) yapacak olursak, elbette söylenecek çok şey vardır ve elbette pek çok kişinin maskesi düşecektir.
Bilindiği gibi, liyâkati ve ehliyeti olmadığı halde, liyâkat ve ehliyetine rağmen herhangi bir vazife ile muvazzaf olmadıkları halde bu sıfatları kullananlar veya kendilerini bu vazifelerle muvazzaf gibi gösterenler en azından dolandırıcı olarak tavsif olunurlar ve haklarında cezâî müeyyideler uygulanır. Yâ maneviyat simsarlarına ne demeli?!...
Yorumlar